Anasayfa

Volta do Mar: Bir Deniz Devriminin Gerçek Hikayesi -I-

Akdeniz, bir zamanlar Romalılar’ın Mare Nostrum dedikleri ve bahçelerindeki havuz gibi gördükleri bir yerdi. Bu askeri başarıları nedeniyle büyüyen egolarının yarattığı bir sanrıdan çok ötelerdeydi. İmparatorluğun yıkılması sonrasında da İtalyan gemicileri, Akdeniz’in en aktif denizcileri olarak tüm Orta Çağ’a damgalarını vurdular. Kıyısında İtalyan denizciler tarafından demir atılmamış, ayak basılmamış bir liman bulmak gerçekten de zordu.

İtalyanların denizcilik konusundaki başarılarıyla birlikte bu konuda Portekiz ve İspanyol denizcilerin de hiç fena olmadıkları görülür. Üç ülkenin denizcileri, Fenikeli meslektaşlarının açtığı yoldan emin adımlarla yürümüşlerdir. Böyle bir listede mücadele, yarış hatta zaman zaman gerginleşen bir ortamın varlığı hayal edilse de gerçek durum bundan çok uzaktı. Bu konuda bir sıralama yapılmak istenirse: En profesyonel olanlar İtalyanlar; En cesur olanlar Portekizliler ve arkalarında devlet gücü olanlar da İspanyollar olarak ifade edilebilirler.

Denizcilik neleri geliştirmedi ki? Aslında deniz onları biçimlendirirken onlar da denizciliği yeniden şekillendirdi demek yanlış olmaz. Örneğin: Denizcilik okulları, portolan haritacılığı, atlasların yapılması, Kolomb, Pinzón kardeşler, Caboto, Vespucci, Magellan, Juan de la Cosa gibi denizciler, gemi teknolojisinin gelişimi, Afrika kıyılarının dolaşılması, Caravela Latina ve nau/carrack gibi okyanus gemilerinin yapılması, Okyanus nevigasyonu ve bunlara eklenecek uzun bir liste oluşturulabilir durumdadır. Tüm bunlar, suyun üzerinde ilerlemenin yalnızca cesaretle değil, sistemli bir zekâ ile mümkün olabileceğini kanıtlıyordu.

Ancak denizle ilgili en önemli gelişme ne bu isimler ne de konu ile ilgili diğer söylenenlerdi. Okyanusları bir çeşit göle çeviren ve büyük keşiflerin yapılmasını sağlayan şey aslında 15. Yüzyılda fark edilmiş olan VOLTA do MAR’dı.

II

İnsan nasıl insan oldu sorusu modern çağı da etkileyen bir fenomen olarak varlığını hep koruyacak gibi görünmektedir. Farklı insan ve kültürel gruplar bu soruyu kendi perspektiflerinden açıklama eğilimindedir. Tartışmaya yer bırakmayan en güzel ve basit açıklama “Tanrı Yarattı” diyerek yapılandır. Bu yaratılışçı yaklaşımın karşısında da evrimcilerin “İnsan, doğanın dışına çıkmış bir yaratık değil; biyolojik olarak bir primat davranış modelinin kültürel olarak “uzatılmış” versiyonudur” şeklindeki, bazı nöron birikimleri için karmaşık olan açıklamaları yer alır.

İnsana dair arkeolojik ve kültürel veriler, konunun inançla değil doğayla ilgili olduğunu gösteren izlerle doludur. Bahsedilen konuda veriler artsa da Anglo-Sakson Bilim Kültürü aşılamaz bir duvardır. “Büyük fikirler bir anda gelir ve bunun içinde bir dehanın varlığı zorunludur” yaklaşımı, Newton’u hiç yağmurda ıslanmamış ya da kar yağarken yürümemiş ama elma bahçesinde bilim yapan bir dehaya çevirmiştir. Bu yaklaşım o kadar etkileyicidir ki neredeyse üç yüzyıldır Bilim Tarihi okuyucuları, kocaman peruğuyla elma ağacının altında oturan o adamı ve kafasına düşen İngiliz elmasının yarattığı o büyülü “ilham anı”nı gözlerinin önünde canlandırmaya devam etmektedir.

Anılan bakış açısı, insanı, varlığın merkezine yerleştirmekte bir sakınca görmez. Akıl, dil ve ahlaki muhakeme yeteneği olan insan için hayvanlar; üzerinde deney yapılacak, sınıflanacak, gerektiğinde kurban edilecek bir materyal olarak algılanıyordu. Farklı bakış açıları da yok değildi. Örneğin Anglo-Sakson ekolün aparatı olan Newton’dan 11 yıl önce Amsterdam’da doğan bir adam, “İnsan hayvandan üstün değildir, sadece kapasitesi farklıdır” diyebilmişti. Doğal olarak merak edilmiştir ancak kim olduğunu söylemeden önce şu da eklenmeli; bu adam, Newton’un elma bahçesinde oturduğu anlarda kısaca Ethica [Ethica geometrico ordine demonstrata] olarak bilinecek eserini yazmakta olan Spinoza’ydı.

Zihinsel emeği, Newton’la karşılaştırıldığında daha metafizik yoğunluklu görünmekle birlikte; doğa’yı, Tanrı olarak kabul etmesi ve doğa içindeki varlıkların her birini kendi kapasitesi içerisinde ele almayı yeğlemesi tam bir karşı devrim niteliğindeydi.

Bu devrimin bağlamı, Anglo-Sakson Bilim Kültürü’ne karşı, Kıta Avrupası Rasyonalizmi’nin Descartes, Spinoza ve Leibniz çizgisinde gelişen düşünce geleneğinin yükselişiydi. Bu üçlünün en radikal üyesi de Ethica’da açıkladığı görüşleri nedeniyle kuşkusuz Spinoza’ydı: nitekim bu görüşler, dolaylı da olsa modern Antropoloji düşüncesinin gelişiminde belirleyici bir zemin oluşturdu. Böylece insanın, doğanın içinde; doğadan öğrenerek ve doğanın diğer canlılarıyla aynı düzen içinde var olan bir tür olduğu anlayışına ulaşıldı.