
57-P-45213 NUMARALI TRENDE DOSTOYEVSKI VE PRIMROSE SARISI
Le Figaro Gazetesi’nin 1865 yılı, 13 Eylül günü çıkan sayısında, P-45213 numaralı trenin yolcuları arasında bulunan General Dragoljub Mihailovic’in, talihsiz bir kaza sonucu yaralandığı haberi yer alıyordu.
Paris [Gar de l’Est]-Berlin [Gesundbrunnen] hattı üzerinde çalışan P-45213 numaralı tren, her zaman olduğu gibi 06:13'te kalkmış, hafif yağmurlu bir günde sakin sakin ilerliyordu. 1865 yılı, sadece Avusturya-Prusya Savaşı’nın hazırlıkları ile değil başka birtakım olaylar nedeni ile de dikkat çekiciydi. Örneğin: Prusya Şansölyesi Otto von Bismarc Avrupa siyasetinin “kurt figürü” halini alırken; Fransa ile Prusya arasında Lüksemburg için gizli çekişmeler başlamış aynı günlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan kolera salgını Avrupa’ya yayılmış; Paris’te ünlü Fransız devlet adamı Georges-Eugéne Haussmann tarafından büyük bir kentsel dönüşüm hareketi başlatılmıştı. Fakat tüm bu bahsedilenler başka bir olayın gölgesinde kalacaktı. Gölgenin adı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’ydi. Ünlü bir yazar olmasına rağmen gırtlağına kadar borç içinde yüzen Dostoyevski; yayıncısı Stellovski’ye olan borçları, evinin geçimini sağlamak, hayırsız kardeşi sığır Mihail’in ekonomik sorunlarını çözmek için Avrupa’nın en büyük ve en prestijli kumar merkezlerinden biri olan Baden-Baden’e gitmiş, ilk yenilgiyi 1863’te yaşamasına rağmen akıllanmamış ve 1865’te tekrar giderek elinde avucunda ne varsa kaybetmişti. Rulet masası, sadece birkaç saat içinde tüm servetini emmiş ve ünlü yazar kelimenin tam anlamı ile bitmişti. Bu yenilgi hatta yok oluş, İçindeki savaşçı ruhu ortaya çıkarmış ve sadece 26 günde ünlü romanı “Kumarbaz”ı yazmıştı.
Büyük yazarın hayatındaki bu ilginç iniş çıkışlar, Avrupa ve Amerika’daki bütün açgözlü ve sahtekâr kumarbazların Baden-Baden’e akmasına yol açmıştı. Amerikan iç savaşının bitmesi, Abraham Lincoln’e suikast düzenlenmesi, Japonya’da Tokugawa Şogunluğu’nun zayıflaması ya da aynı yılın aralık ayında Amerika’da köleliğin kaldırılacak olması kimsenin umurunda değildi. Kolay ve hızlı yoldan zengin olmak için bu büyük kumar merkezine giden dört kumarbaz da tren yolcuları arasındaki yerlerini almışlar ve akşam yemeğinden sonra, oyun salonunun kırmızı renkli çuha kaplı bir masasında buluşmuşlardı. Hepsi de ip kaçkını olan bu adamlar: Kağıtla oynanan basit ve hızlı sonuçlanan faro oyununun cesur ve dürüst oyuncusu Kanada Bill Jones; Missisippi nehir gemilerinin efsane hilecisi George H. Devol; poker, faro ustası, silahşör ve diş doktoru olan Doc Holliday ve son oyuncu da yine kumarbaz, dolandırıcı, sokak şovmeni kaypak ve hilekâr olduğu için Soapy [sabunlu-kaygan] lakaplı Jefferson Randolph Smith’ti.
Kendilerinden başka kimseyi düşünmeyen bu dörtlü daha önce de aynı masada bulunup faro, zar atmak ya da poker oynamışlardı. Faro oynarken ya da zar atarken farklı isimler kazanmış olsa da pokerde Sabunlu Smith’i henüz yenen çıkmamıştı. Poker’i bir ölü sakinliğinde oynuyor olması bir süre sonra rakiplerini çıldırtmaya başlar, onlar çıldırdıkça Sabunlu daha da duygusuzlaşır, yüzünde ya da gözlerinde en ufak bir hayat izi kalmazdı. Ruhsuz, ölü suratlı dedikleri Smith yine her eli almaya başlamıştı. İçilen sigara, pipo ve purolardan çıkan dumanlar tüm vagonda bir sis bulutu oluşmasına neden olmuştu. Tüm havalandırma çabalarına rağmen önce tavanda toplanmaya başlayan duman yavaş yavaş aşağıya, oyuncuların kafa hizasına kadar inmişti. Tavandan sarkan bir lamba sarı ışığı ile sis arkasında kalan güneş gibi tesirsiz bir görüntü kazanmıştı. Garsonlar masaya içki yetiştirmekte zorlanırken, onları bekleme zahmetine girmeyen Amerikan öküzleri hafif sarhoşluk ve yenilgi etkisiyle boş şişe ve bardakları yere atmaya başlamışlardı.
Duman ve gürültüden rahatsız olanlar oyun salonundan yavaş yavaş ayrılmaya başlasalar da oyun bitecek gibi görünmüyordu. Saatler gece yarısını gösterdiğinde salonda garsonlar, kumarbazlar ve birkaç masa ötede tek bir oturan kalmıştı. Gürültü ve dumanı hiç dert etmeyen bu adam, 80indeki General Dragoljub Mihailovic’ti. Bir eli ile gümüş başlı bastonunu tutarken, delici bakışlarıyla oyun masasına doğru bakıyordu. Sol kulağının arkasından aldığı saç tellerini, Fransız parfümcü Edouard Pinard tarafından üretilen briyantinle tepesine doğru yayarak yapıştırmıştı. Artık tütün içmese de masasındaki Alsace Meteor birasından arada bir yudum alıp, sürekli yakasında taşıdığı soluk sarı çuha çiçeğini kokluyordu. Dönemin İngiliz ve Alman aristokratlarının kullandığı bu çiçek, hafif melankoli havası taşıyordu ama rengi pastel, hafif pırıltılı, nazik bir sarı olarak botanikçilerin onu özel bir şekilde anmalarına neden olmuştu: Primrose Sarısı.
İleri derecede kataraktı olan Generalin ilgisi botanik bilimin kaynaklı değildi. Çiçeğe her dokunuşu ve koklayışında yakın dostu Baron Heidelberg’in hizmetçilerinden tombul sarışın, kar gibi beyaz tenli Anika için iç çekiyordu. Titreyen eliyle tutmaya çalıştığı biradan bir yudum aldı, içtiğinden daha fazlasını üstüne döktüğü için sürekli bira ve çiş kokması da normaldi. Yakasındaki çiçeğin yapraklarına dokunurken bir yandan koklamayı ve “offff Anikaaaa!” demeyi ihmal etmedi. Tam bu anda oyun masasından “Full House!” çığlığı ile masaya sertçe açılan kağıtların sesi duyuldu. Bu elde kendisinden çok emin olan ve zaten papazlardan birini de gömleğinin kolundan çıkarıp eline dahil eden düzenbaz George H. Devol, üç papaz ve iki onlu diyerek neredeyse galibiyetini ilan etmişti. Masadaki diğer iki oyuncu da Sabunlu Smith’in nihayet yenileceğine inanmışlar, hayret içindeki donmuş gözlerle açılan kağıtlara bakıyorlardı ki Sabunlu Smith hiçbir şey demeden, o soğuk ve duygusuz yüzünde en ufak bire duygu ifadesi olmadan elindeki kağıtları masaya koydu. Yavaş hareketlerle birbirlerinin üzerinden kaydırarak açtı: Dört As! Masada olan şey artık oyun değildi; heyecan, gerilim, nefret ve sinirdi. Elindeki kağıtlar hakkında karşıya asla renk vermeyen bu tehlikeli adamın sinir bozucu olduğunu düşünürlerken, General kompartımanına gitmek için kalktı. Donmuş bakışlar, daha da aşağıya inmiş duman tabakası, loş ışık, bastondan gelen tak tak sesleri içinde kaç saniye, kaç dakika, kaç saat geçti bilinmez tam Sabunlu Smith’in yanından geçerken ağzına attığı son fıstığın boğazına yapışan kabuğu bir öksürük krizi başlatmıştı. Bir yandan ani öksürük, diğer yandan nefes alma çabası, düşen tansiyon ve bunlara eklenen militer kıvamdaki kallavi bir osuruğun peşinden, yere atılmış bir şişeye basması Generalin dengesini yitirmesine ve “Anikaaa!” diye bağırırken kalın kafasını Sabunlu Smith’in ensesine gömmesine neden oldu.
Garip bir şekilde birbirlerine eklenen bu olaylar sonucunda Sabunlu’nun kafasına aldığı darbe, yıllardır merak edilen o duygusuz halin de anlaşılmasına neden olmuştu. Paraları önüne toplayıp doğrulduğu anda kafasına aldığı darbe ile sarsıldığında sol gözü fırlayıp masanın üzerine düşüvermişti. Duygusuz görünmesinin nedeni, Philedelphia’daki T. & J. White şirketi tarafından Almanya ‘daki Lauscha cam ustalarından öğrendikleri tekniklerle üretilen protez bir gözdü…