
64-Ateş ve Kurum: Bir Çürüme Hikâyesi
İlk vakasını 31 Ağustos 1888’de gerçekleştiren Jack the Ripper/Karındeşen Jack’e gelene kadar, Kral’ın asil varlığı nedeniyle Londra’yı bir huzur yumağı olarak hayal edenler yanılıyordu. Kentin aslında büyük bir sosyal çöplük olduğu, 1666 yılının 2 Eylül gecesi Pudding Lane’deki Thomas Farriner’in fırınında başlayan yangınla daha net olarak anlaşılmıştı.
Gece kullanılan odun ve kömürlerin iyi söndürülmemesi, kötü havalandırma, belki elli yıldır temizlenmemiş baca ve gün boyu içilen bir fıçı Ale Londra tarihinin en büyük felaketine yol açtı. Yaklaşık olarak 400,000 kişinin yaşadığı, çoğu iki katlı ahşap evlerle dolu kentin yüzde sekseni 4 gün içinde yanıp kül olacaktı.
Başlangıçta yangın ciddiye alınmamış, küstahlığı ile tanınan Belediye Başkanı Thomas Bludworth, altın yaldızlı enfiye kutusundan aldığı tütünü burnuna çekerken “Bir kadın bile bu yangını söndürebilir” demişti. Küçümsenen felaketin sayısal karşılığı; 13,200 ev, 87 kilise, 44 kamu binasıydı. Hatta, St. Paul’s Katedrali de yanmıştı. Kral II. Charles elindeki kâğıt ağırlığını kafasına fırlatırken, Belediye Başkanı’nın ağzından herkesin içine su serpen şu cümleler çıkmıştı “Majesteleri sadece 6 ölüm vakası oldu!” 4 gün boyunca devam eden yangında sadece 6 ölüm, İki yüzlü bir şefkate sarılı bu haber, Kralın “E peki madem” diyerek hizmetçilerle oyunlarına dönmesini kolaylaştırmıştı. İngiltere o günlerde sadece asillerin kayıtlarının tutulduğu, fakirlerin hesaba katılmadığı bir ülkeydi. En iyimser tahminler, hepsi de kayıtsız/fakir olmak üzere yaklaşık 400-1000 kişinin yanarak öldüğünü göstermektedir.
Londra’nın toparlanması birkaç yıl sürecekti. En ciddi sorunların başında güvenlikle ilgili tehlike yer alıyordu. Dar ve karanlık sokakları özellikle gece karanlıkta vahşi bir ormana dönüşüyordu. Kentin, mahallelerin ve sokakların bu ürkütücü haliyle ilgili bazı sağlıklı bilgilere Samuel Pepys tarafından tutulan günlüklerde rastlanır. Pepys (1633–1703), 17. yüzyıl İngiltere’sinin en önemli tanıklarından biri olan İngiliz devlet adamı, donanma yöneticisi ve dünyaca ünlü günlük yazarıdır. Özellikle 1660–1669 yılları arasında tuttuğu ve bugün “Pepys’in Günlükleri” olarak bilinen ayrıntılı günlükler, dönemin Londra yaşamına ilişkin benzersiz bir birincil kaynak sayılır. Şifreli olarak tuttuğu günlüğünde özellikle bir cümle dikkat çeker “Hava karardığında dürüst bir adam korkusuz yürüyemez”. Tüm o sıfatlarına rağmen bu zevk düşkünü, meraklı, dedikoducu olarak tanınmasına rağmen gece tek başına o sokaklarda ne yaptığı, hatta bir keresinde bir fahişe tarafından neden tekmelendiği kendisine hiç sorulmamıştır.
Büyük felaketlerden sonra büyük değişiklikler beklense de bazen ele geçenlerin hırsızlar, katiller, fahişeler ve fırsatçılar olması sanki çürümenin doğal reaksiyonuydu. Güvenliği dert edenler ve gece sokaklarda hareket etmek zorunda kalanlar için ellerinde lambalarla yolu aydınlatan lambacı çocuklar ortaya çıkmıştı. Bir sopaya bağlı gaz lambasının ışığı eşliğinde hareket edenler, eğer kalabalık bir çapulcu grubuna denk gelmezlerse istedikleri yerlere rahatça ulaşabiliyorlardı.
Kentin bu karmaşık ve gergin hali 1668 yılına kadar sürdü. Anılan yıl, bütün sokaklarda olmasa bile hareketli olanlar ve büyük caddelerin aydınlatılması için ilk sistematik sokak lambaları yerleştirilmeye başlandı. 1680’lere gelindiğine şehirde yaklaşık 5000 lamba ve 75 lambacı/lamba yakıcısı; 1800’e doğru 30,000 lamba ve 400 lambacı; 19. Yüzyıl içinde lamba sayısı 150,000 lambacı sayısı ise 1300’ü geçmişti. 20. Yüzyıl başında elektriğin kullanılmaya başlanmasıyla az sayıda gaz lambası kalmakla birlikte, lambacılık mesleği de yavaşça yok oldu. Başlangıçta 75 olan lambacı sayısı, ilginç bir örgütlenme stratejisi ile neredeyse 1500’e yaklaşmıştı. Akşamları, ellerindeki uzun sopaların ucundaki ateşle lambaların fitillerini yakıp, gün doğmaya yakın aynı lambaları söndüren bu adamlar belli aileler, belli sokak ve mahalle sakinleri arasından seçiliyordu. Polis ’in de muhbir olarak kullandığı bu eli sopalı müttefikler, uygun yer ve koşulda her tür suçun da içinde yer alıyorlardı. Hem vahşilikleri hem de ellerindeki sopalar nedeni ile sokaklarda korku salan bir yığın halini almışlardı.
Akşama kadar Londra sokaklarında dolaşan bir başka meslek grubu daha vardı. Çoğu gözü kara cesur adamlardan oluşan bu meslek gurubu Bacacılardı. Gün içinde yaptıkları baca temizliği yüzünden sadece giysileri değil tüm bedenleri de kurum, katran ve kreozot denen yağlı bir baca kalıntısı ile kaplanırdı. Evlerine bile girebilmek için yüzlerini yıkayıp tanınır olmaları gereken zavallı adamlardı. Bazı sayılar, nasıl bir işle uğraştıklarını daha iyi anlayabilmek yardımcı olmaktadır. Örneğin 1666 Büyük Londra Yangınına kadar kentte yaklaşık 13,200 konut vardı ve her birinde en az 2 ya da 3 baca bulunuyordu. İngiliz mimarlık tarihçileri, bunun yaklaşık olarak 40,000 ile 50,000 arası baca demek olduğunu tahmin etmektedirler. 18. Yüzyılda baca sayısı 80,000-150,000; 19. Yüzyılda ise 300,000-400,000 arası bir rakama ulaşmıştı. Bu iş kolunda çalışan bacacı sayısı bu tarihlerde 5,000’ni geçmişti. Daha önce bacalar geniş olduğu için yetişkin erkekler çalışırken, özellikle 18. Yüzyılda baca ölçülerinin daralması, temizlik için küçük çocukların kullanılmasına yo açtı. Bellerine bağlanan iplerle bacaların içine sallanan küçük yaştaki çocuklar bacaları temizlemeye zorlanıyorlardı. Üstlerine başlarına, tenlerine bulaşan kurum, katran ve kreozot baca içerisinde sürtünme yüzünden bile alev alabiliyordu. O kadar çok vaka vardı ki 19. Yüzyıl gazetelerinde yanan bacacılarla ilgili haberler sıradanlaşmıştı. Bacalara sıkışıp kalan, sıkıştığı yerde ani parlayan alevler yüzünden ölen çocukların acıklı durumu, William Blake’in 1789 tarihli “İlahi Masumiyet” adlı kitabında yer alan “Baca Temizleyicisi” şiirinde anlatılıyordu. Çocukları “Baca Melekleri” olarak adlandıran şair acıklı duruma dikkat çekmeye çalışan bir avuç insan arasındaydı. Acı içerisinde yazmıştı: “Ve parlak bir anahtarı olan bir Melek geldi/ Ve tabutları açıp hepsini özgür bıraktı.”
Bu meslekten karanlık, melankolik ve yoğun adamlarla, sayıları gittikçe artan lambacılar arasında gerginlik nasıl başladı kesin olarak bilmek mümkün değildi. Ancak meselenin özünde bir kıskançlık yer alıyordu. Öncelikle, bacacı görmenin şans getirdiğine inanılıyordu ve adamlar sürekli gazetelerde boy gösteriyordu. Bu zoraki medyatik durum, zaman zaman çeşitli fotoğrafların da yayımlanması yüzünden artık resmen bir düşmanlığa dönüştü. Aralarını yapıp barışmalarını isteyen meslek grubu başkanlarını da dinlemiyorlardı. Lambacıların elindeki büyük koz ateş gücüydü. Uzun sopalarının ucundaki alevi, patlayıcı malzeme gibi dolaşan bacacılara yaklaştırmaları yetiyordu. Lambacılar tarafından yakılanların sayısı, baca içinde yananları geçmişti. Bacacıların elindeki koz ise yüksek merdivenleriydi. Lambalara sabotaj yapmak çok kolaydı ve her zaman işe yarıyordu. Sadece lamba değil zemine kadar yerler yanıcı maddelerle kaplanıyor ve fitili yaktıklarında kendileri de ateş topuna dönen lambacıları izlemekten büyük keyif alıyorlardı. Karşılıklı yakma vakalarına, mahalle aralarında ya da barlarda yapılan kavgalar da eklenmişti.
İki meslek gurubunun düşmanlığı gittikçe artarken, lambacı ve bacacılar, insan yakmama konusunda bir anlaşma imzaladılar. O andan başlamak üzere, elektriğin yaygınlaştığı 1880’lerin sonuna kadar kavgaların, Londra’nın dar sokaklarında ve barlarda yapılmaya devam edilmesi kararı alınmıştı.

VESSELAM...