Anasayfa

Taş duvarlar, kara örtü ağrılı kalbimDile gelse zalım toprak söylese derdimDile gelse zalım toprak söylese derdimZerda yare bir sevdam var yolunu şaşmışŞaşmış ama deli olmamış yalan olmamışŞaşmış ama deli olmamış yalan olmamış
Deli öfkem, kara sevdam, hangisi galip?Nerde gerçek, nerde yalan bilen söylesinYalan diyen yalan olsun, yüzü gülmesinZerda'm yerin yanım olsun, kimse bilmesin
Deli öfkem, kara sevdam, hangisi galip?Nerde gerçek, nerde yalan bilen söylesinYalan diyen yalan olsun, yüzü gülmesinZerda'm yerin yanım olsun, kimse bilmesin

59- 1862 KOKU KRİZİ I

Le Figaro Gazetesi’nin 1862 yılı, 13 Eylül günü çıkan sayısında, P-45213 numaralı trende gerçekleşen bir hırsızlık olayı haberi yer alıyordu. III.Napolyon’un, Alman Kralı I. William’a gönderdiği parfüm çalınmıştı. Gazetede bahsedilmiyordu ama haberi alan III. Napolyon’un elindeki şarap bardağını fırlatırken “hah buyur, şahtık şahbaz olduk!” dediği rivayet edilmişti.

Dünya tarihi açısından 19. Yüzyıl en hareketli dönemlerden biriydi. Bu dönemde, yeni icat ve keşiflerle beraber pozitif bilimlerde ciddi atılımlar gerçekleşmiştir. Tıp, matematik, fizik, kimya, biyoloji, elektrik ve metalurji gibi alanlarda gelecek yüzyılın hızlı gelişen teknolojik yeniliklerinin temelleri atılmıştır. Bu yüzyıl köleliğin hızlı bir düşüş yaşamasına neden olmuştur. Haiti köle ayaklanmasını takiben Britanya İmparatorluğu, denizlerdeki egemenliğini kullanarak dünya çapındaki köle ticaretini durdurmaya çalışmıştır. Britanya 1834'te, Amerika Birleşik Devletleri, iç savaş sonrası 1865'te, Brezilya ise 1888'de köleliği kaldırmıştır. Aynı şekilde Rusya da topraklarında köleliğe son vermiştir. Portekiz, Osmanlı ve Çin imparatorlukları çökmeye başlamış, Babür ve Kutsal Cermen İmparatorluğu sona ermiştir.

Bu yoğun tempolu akış sırasında bazen akla hayale sığmayacak derecede şaşırtıcı tartışmalar da yaşanmıyor değildi. Mesela en gergin tartışmalardan birisi, sessiz ve derinden sürdürülen o nedenle de herkes tarafından bilinmeyen Fransız ve Almanlar arasında neredeyse kan davasına dönüşen “Kolonya Savaşı”dır. Olayın tam olarak nasıl başladığı bilinmemekle birlikte, bir rivayete göre genç kral I. William’ın Fransızlar için “ataları kutuya sıçan adamlar kolonyadan ne anlar” demesi olayların kontrolden çıkmasına neden olmuştu. Köln şehrinde 1799 yılında üretilmeye başlanan 4711 adlı kolonya, döneminde çığır açan bir çalışmasıydı. Fransız modern parfüm üretimi ve satışı ise 1806’da Jean Maria Farina adlı bir kimyagerin Eau de Cologne’u üretmesiyle başlamıştı. Üretilen kolonyanın tıbbi bir ürün olarak onaylanması, dönemin en önemli kurumu olan Köln Tıp Fakültesi tarafından yapıldığı için böbürlenen Almanlar, Fransızlara küçümseyerek bakıyorlardı. Alman Kralı I. Wiliam’ın aşağılamasını duyan III. Napolyon dişlerini sıkmış, ne yanıt vereceğini bilmediği için “Ah Loui, aşağılık bok torbası!” diye küfürler sıralamıştı.

Koku ve güzel kokmak konusu yaklaşık olarak 5bin yıllık bir geçmişe sahipti. Birçok kültür bu konuda özel yaklaşımlar sergilemiş, kendilerine özgü yollarla güzel kokular üretmişti. Özellikle parfüm için kesin bir tarih belirtmek mümkün olmasa da modern niteliklere sahip ilk parfümün 1370 yılında güzelliğiyle ünlü Macar Kraliçesi Elisabeth Von Ungar adına yapılmış olduğu düşünülmekteydi. Lavanta yağı ve alkol karışımından elde edilmiş ve lavanta yağı ile zenginleştirilmiş bu sıvıya özel bir isim verilmesi de unutulmamıştı: “Macar Suyu.” Çok güzel olarak tasvir edilen kraliçe artık doğal nedenlerden mi yoksa kullandığı parfüm yüzünden mi bilinmez 75 yaşındayken, 25 yaşındaki Polonya kralından evlilik teklifi almıştı.  

Fransızların koku severliği diğer milletlerden pek farklı gelişmemiş görünmektedir. Fransa’nın verimli topraklarında yetişen yasemin, gül, lavanta ve uzak doğudan gelen sandal ağacı karışımlarını kullanarak çeşitli kokular üretilmekteydi. Güzel koku, aynı zamanda çok ilgi çekici şişe tasarımlarının da ortaya çıkmasına neden olmuştu. Fransa’nın, özellikle 19. Yüzyıl başlarından itibaren çok önemli bir konu halini alacak parfümle imtihanı, yaklaşık iki yüz yıl önce ve III. Napolyon’un bok çuvalı olarak andığı XIV. Louis zamanında başlamıştı.

II

Dünya Tarihi şöyle bir gözden geçirilse, toplumlarını etkilemiş uzun bir yönetici listesi çıkarılabilir. Ancak belirli bir özellikleri nedeni ile şimdi anılacak üç ismin eline kimse su dökemeyecektir. İlki Tayland Kralı Buhimibol Adulyadej’dir ve tamı tamına 70 yıl, 4 ay, 4 gün tahtta kalmıştır. İkinci isim Kraliçe II. Elisabeth’dir ve taht süresi 70 yıl, 7 ay, 2 gün sürmüştür. Bu konuda rekor, 72 yıl, 3 ay, 20 günle Fransız ve Almanlar arasındaki diplomatik krizin mimarı olan Fransa Kralı XIV. Louis’e aittir. Kendisini Büyük Louis ve Güneş Kral olarak adlandıracak olan bu egosantrik hıyar, kelimelerin tam anlamı ile Tanrı Sendromuna kapılmıştı. Bu sendromun doğal sonucu da bu tür adamların ortalığı bok etmeleriydi. 

Aslında XIV. Louis, Alman Kralı’nın eleştirisinin merkezinde olsa da içine doğduğu durumun bizzat kendisinde de bir bokluk olduğu rahatlıkla söylenebilir. Fransa’da özellikle 15. Yüzyılın ikinci yarısından sonra nüfus artışı, şehirlerin alt yapısının yetersizliği ve su konusunda yaşanan sıkıntılara ek olarak evsizlerin sayısının artması, kişisel hijyen konusunda hassas oldukları söylenemeyecek bireylerin ilk bulduğu yeri tuvalet olarak kullanmasına yol açmıştı. Sıkıntı o kadar yaygındı ki büyük bir çevre felaketine yol açtığını anlayan Kral IV. Henri bir ferman yayımlamış ve olur olmaz yerlere sıçanlardan ceza olarak 1 çeyrek altın alınmasını, veremeyecek olanların da 24 saat hapsedilmelerini emretmişti. Anılan emir ve cezanın ne kadar etkili olduğunu bilmek mümkün olmasa da farklı bir toplumsal sınıfın bu ilginç rahatlığı fark ettiği anlaşılmaktadır. Soylular arasında her şeyi ve her yeri tuvalet olarak kullanmak fikri histeri gibi yaygınlaşmıştı. Zenginlik ve şımarıklıkları ile her şeyin ve her güzelliğin içine eden bu züppe grup, kelimenin tam anlamı ile uygun gördükleri yerlere sıçmayı da bir hak gibi görmeye başlamışlardı. Bunun önünün alınması pek kolay olmayacağından Fransız aristokrasisi arasında bir parfüm çılgınlığı başlamıştı. İşte tam bu noktada kafası hafif kırık XIV. Louis devreye giriyordu. Hastalık derecesinde temizlik takıntısı olan bu adam, boğazına kadar pisliğin içinde yaşıyordu. Hiç yıkanmayan, elbiselerini günde az 4 kere değiştiren, vücudunu alkol ve parfümle temizlediğini sanan biri olarak bu kadar uzun yaşaması büyük bir şans olarak görülebilirdi. Yaşamak için biraz mikroba ihtiyaç normal görülmekle birlikte bu adam aslında mikrobun ta kendisiydi. Fransa’ya bir katkısı olarak parfüm sanayisinin gelişimi işaret edilebilir. Söylenenlere göre, her gün için özel seçtiği parfüm etrafındaki herkes tarafından kullanılmalıydı. Kralının lazımlık kullandığı, gelen misafirler ve çalışanlarının önüne gelen yere pislediği Versay Sarayı, döneminde Avrupa’nın en güzel kokulu binası olarak adlandırılmıştı. Marcel Proust kısa ismi ile tanınan büyük Fransız yazar, “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde, “Kokular, hatıraları canlandırmakta önemli bir araç oldu. Koku, insanların duygusal hafızasında güçlü bir yerde duruyor ve Fransız parfümleri bu ilişkiyi daha da güçlü kılıyor” derken her ne kadar bilimsel bir gerçeği ifade etse de bu cümleler zihninde canlanırken, Versay Sarayı çevresinde olmadığı kesindir. Henüz bu gerçeğin farkında olmayan III. Napolyon için de koku dendiğinde gözünün önüne gelen tek şey, sandalye şeklindeki lazımlığına oturmuş sıçmakta olan XIV. Louis’ti.

III

Koku konusundaki takıntısı ve üzerine de Alman Kralı tarafından aşağılanmış olmayı hazmedemeyen III. Napolyon, ağzından köpükler saçarken “dünyanın en güzel kokusunu hazırlatın ve Alman domuzuna gönderin!” emrini vermişti. İş için uygun adam hemen bulundu. 1747 yılından beri Grasse Kasabası’nda parfüm üreten Galimat Ailesi’nin ortanca oğlu Pascal ve küçük kardeşi Pierre Galimat, özel parfümü götürmekle görevlendirilmişlerdi.

Özellikle doğudan gelen egzotik ve pahalı malzemeleri çalarak rakiplerine satmaktan bile çekinmeyen Pascal, ailenin yüz karası olarak ünlenmişti. Hırslı, hırsız karakterli ve tam bir şarlatandı. İşin içerisinde kraliyet olduğu için bu işi de rezil edemez diye düşündüklerinden, yapılan parfümü onun teslim etmesine karar verilmişti, içleri hâlâ rahat etmemiş olacaktı ki küçük kardeşini de peşine taktılar.

Bu arada III. Napolyon’un bile kokladığında cümlenin tam anlamı ile aklını başından alan parfüm, gerçekten de bu eski parfümcü ailenin hazırladığı en müthiş koku olmuş, İki kardeş de böylece Berlin Treni’ndeki yerlerini almışlardı. Trenin geri kalan yolcularının büyük bölümünün Fransız ve Alman gizli servis elemanları olması da şaşırtıcı değildi. En gizli operasyonlarda bile satılmış biri olduğu gibi illâ ki bir boş boğaz bulunurdu. Pascal da anılan bu özelliklere zaten doğuştan sahipti. Tüm uyarılara rağmen onlar daha kasabadan çıkarken herkes tüm hikâyeyi çoktan duymuştu.

Trende en dikkat çekici yolcu grubu, Kaliakouda ve Chelidona dağlarının eteklerinde, büyüleyici bir manzaraya sahip ve stratejik öneme sahip bir kayalık üzerinde yer alan, Bizans Döneminde inşa edilen Panagia Prousiotissa Manastırı rahibeleriydi. Aslında hepsi de Prusya yani dönemin Alman Devleti’nin ajanlarıydılar. Rahibeler arasında güzelliği açısından en dikkat çekici olanın Pascal’ı ağına düşürmesi hiç zor olmamıştı. Önce yemek salonu daha sonra oyun salonu, birkaç vagonun özel tuvaletleri, yük dolapları ve mutfak deposunda oynaştıktan sonra sıra Pascal’ın kompartımanına gelmişti ki işte parfüm de tam bu noktada devreye girdi. Birkaç damla parfümün rahibenin vücudunda nasıl duracağı fikrine kapılan Pascal; üzeri dore yıldız desenli ve altın yaldızlı granat renkli parfüm şişesini çok katlı muhafaza içerisindeki kırmızı kadife kutusundan çıkardı. Kokusu bir yana şişenin kendisi de bir şaheserdi, rahibe çok etkilenmiş rolünü abartıyla oynuyordu. Yatağa uzandı elbisesinin düğmelerini açtı, uzun boynu ile altın sarısı sarı kıvırcık saçlarla dolu başını geriye atarak fanteziye ayak uydurmuş bekliyordu. Gördüğü sahneden çok etkilenen Pascal, salaksı bir hayranlıkla rahibenin saçlarına, boynuna ve ay gibi parlıyor diyebildiği göğüs dekoltesine kapılıp gitmişti.

Kompartımanın sarı cılız ışığı altında Rembrandt resimlerini andıran bu sahnenin ne kadar sürdüğünü tahmin etmek zor ancak kuşkusuz Pascal bu anın hiç bitmemesini dilerken, rahibenin kapalı gözlerinin arkasında sabırsızlık gizli olmalıydı ki bekleme sona erdi. Şapşal Pascal elindeki şişeyi yere düşürdü. Elinden kayan şişe kompartıman zeminindeki halı ile yatak arasındaki o ince boşluğa, tahta zemine çarpıp tuzla buz olmuştu. Kompartıman, vagon, vagonun geçtiği kasabanın havası adını XIV. Louis’nin “Fransa Yıldızı” koyduğu parfümün kokusu sarmıştı. Rahibe aceleyle toplanıp kaçar adımlarla uzaklaşırken, Pascal, şişenin parçalarının olduğu yere diz çökmüş olanları anlamaya çalışıyordu.

Birleşik Almanya Meclisinde yaptığı ilk konuşmada, sorunların “kan ve kılıçla” çözüleceğini belirten Kral I. Wilhelm’in Şansölyesi Otto von Bismarck’ın gönderdiği ajanlar, parfümün Alman Kralına ulaşmasını engellemişlerdi. Olanları III. Napolyon’a anlatamayan İç İşleri Bakanı, trende yaşanan bir hırsızlık olayı sonucunda parfümün de çalındığı yalanına sarılmıştı. Şaklaban Pascal Galimat’ı ise bir daha kimse göremeyecekti.