Helâ

Biz çocukken ve köylünün ahırı inek doluyken, inekler sığıra katılırdı. Sabahın erken saatinde ahırın kapısı açılır ve inek ya da mandalar  dışarı bırakılır, onlar köyün altındaki toplanma yerine giderler ve çoban tarafından alınarak akşama kadar güdülürlerdi. Çobanlığın zor bir iş olduğunu söylememe sanırım gerek yok çünkü yüzlerce inek ve mandadan oluşan bir sürüyü idare etmek gerçekten de ciddi bir sorundur. Ama bu inek ve manda hayvanı o kadar akıllıdır ki, asla sorun çıkarmaz. Akşam olduğunda, çobanlar köyün girişine kadar hayvanları getirir, bundan sonra onlar kendi kendilerine evlerine gelirlerdi. Geldiklerini de evin kadınına bağırarak haber verirlerdi. Çoğunluk sabah gidişlerini göremesem de akşamları özellikle beklerdim. Kimi zaman ikinci kattaki pencereden bakar kimi zaman da birazdan anlatacağım helâ'dan seyrederdim.

Köy evlerinde malum lavabo dışarıya konuşlanırdı. Hem de pek öyle tasarım harikası olmazlardı. Ahır penceresinin önüne gelen yerde, ikinci katta tahtaya açılan bir delikle iş halledilirdi. Kimi zaman bu tek kişilik barakanın duvarları olmaz, çakılan tahtalarla çevrilirdi. Tahtaların araları boşluk olur, tahmininiz üzere, kışın dondursa da yazın tam bir eğlence olurdu. Kimi zaman girmek için akşamı beklerdim. Köyün hayvanları geçerken tek tek onları seyre dalardım. Ama en güzeli Karacaların helâsıydı. Çünkü yarımdı! Yani duvarları 1 metre yükseklikte var ya da yok, çatısı ise hiç yoktu. Tam yazlıktı yani. Bir gün onların bahçesinde oynarken, Karaca dedenin yalnızca başı dışarıda öyle durduğunu görmüştüm. Torunu olan arkadaşıma ne yapıyor diye sorduğumda, biraz bekle demişti. Bir süre sonra ne yaptığını anlamış olduk! Şimdi köylerin çoğunda alt yapı düzgün bir hale geldiği için, çocukluğumun bu küçük mimari ögesi de, hatıralara karışı verdi. Adam orada oturmuş, resmen…