Yer Demir, Gök Bakır

Eskiden bizim çocuk olduğumuz vakitlerde, Almanya, tahta bavulla gidilen ve arada bir de cenaze gelen bir yerdi. Niye giderlerdi ki, ya da insan neden ölürdü, bilmem, dedim ya çook eskidendi. Bir köyün değişimini izlemek, şimdiki abuk sabuk kentlerde yaşanan biçimsel bozuklukları görmek anlamını taşımaz. Büyümek ve gelişmek demektir o, hoş içerisinde yaşayanlar bu hıza yetişemez ise de hiç bir yer bundan 30 yıl öncesinde de değildir. Bizim köye ilişkin ilk izlenimim, çok lezzetli bir yer olduğudur. Aynı zamanda, yamaçları orman dar bir ovanın kıyısında dağa yaslanmış olarak, süs gibi duran ve her yeri meyve bahçeleri ile dolu bir cennet köşesidir. O zamanlar, asfaltın girmediği sokaklar iri ırmak taşları ile döşeliydi. İnsan ve hayvan adımları nedeniyle, zaman içerisinde  her biri cilalı taşlara dönüşmüşlerdi. Ah dokunmak nelere kadirdi...

Sonra, köyü bir iskelet gibi dolaşan su harkları vardı. Hiç su kavgası yapıldığını hatırlamam mesela, keşik derler ki, sıra anlamındadır ve hiç bir karışıklığa yol açmayacak kadar kusursuzdur. Köylü olmak demek zaten zamanlama ustası olmak anlamını taşır. Mahalle fırınları vardı sonra, şimdi elektrikli fırınlar ve francalalar öncesi, ortası delikli ekmek pişirirdi büyük kadınlar. Ova ekmek kokusuna teslim olurdu sonra. Hâlâ daha lezzetli bir ekmek yiyememiş olmak, hiçte üzmez beni. Tarlada biten bir otun, mayalanma sonrası nasıl böyle bir lezzete dönüştüğü, büyük usta’nın hikmetlerindendir. Sonra bulgur kaynatılır ve çullar üzerinde yerlere serilirdi, gezerken böyle bir şey görürsem hemen avuç avuç alır yerdim, göz hakkına inanılırdı o zamanlar, bu hususta eğer bir ölçek hatası yapmış isem o da çocukluğumdan olmalıdır. Sonra evlerin toprak damları, toprak damları üzerinde de muhtemelen Roma döneminden kalma bir sütundan bozma loğ taşları olurdu. Yağmur yağar, ocaktan kül alınır, toprak dam üzerine serilir ve loğ taşı gezdirilerek damdaki toprak sıkıştırılırdı. Böyle bir yağmurda, küçük ellerimde loğ taşı dam sıkıştırmalarımı hatırlarım. Artık toprak mı sıkıştı yoksa benim için muhteşem bir oyun mu oldu onu da “o” bilir. Bu işlem yapılmadığında neler olduğunu yıllar sonra, kullanılmayan toprak damlı bir evi gördüğümde anlamıştım. Tavandan aşağıya binlerce bitki dalı ve kökü salınıyordu. Bir zamanlar bakıldığında abad olan, zaman içerisinde berbat’a dönüşüyordu.

Toprak damda oyun oynamak çok keyifliydi. Bir zamanlar bizim oyun alanımız da sokaklarımız da, toprak damlarımızdı. Tabi büyüklerle aramızda bu konuda bir anlaşmaya varılamamış olması da, sadece talihin kötü oyunlarındandı. Bir kere, ama sadece bir kere tüm köyün damlara çıktığını hatırlıyorum. Tahta bir bavulla yaşamını götür, tahta bir tabutla bedenini getirsinler. Dayılardan birisi Almanya’da kaza geçirmiş, cenaze baba evine gelir. Dar sokaklar, herkes bir şeyin ucundan tutmak ister, bir şey olmazsa da acının ucundan tutulsun ister. Annem ve tüm kadınlarla birlikte damdayım ama durum benim açımdan pek açık değil. Birisi ölmüş, ben çocuğum, ben çocuğum ve hayatın belki de başındayım, bir can evren değiştirmiş. Zor şeylerdi bunları anlamak. Zaten ben daha çok sokağa bakıyorum, hava kararmış herkesin elinde ya gaz ya da ispirto lambası, karanlık, ışık, gölgeler uzamış, sokakta ya da karşı evin duvarında hareket halindeler. Sonradan o ışık oyunlarını sever olsam da, hâlâ o günü ve annemin bacaklarına sarılıp kafamı eteğine gömüşümü dün gibi hatırlarım.  

Yer Demir, Gök Bakır’da mevsim farklı olsa da, damda o insanları gördüğümde salondan tek çıkan sanırım bendim...