Yağmur

Kayısı ağacının altında ya da salon penceresinin önünde fark etmezdi. Şentepe’de bir başkaydı yağmur. Şimdiki gibi kentler trafik gürültüsüne boğulmamış olduğundan, yağmurun melodisi de değişikti. Üzerinde o güzelim Arap kızının bulunduğu Mabel sakızını, yağmurlu günler almaya gittiğimi hatırlarım hep. Yağmur yağar, sokaklarda kimseler yoktur, belki tek tük bir araba geçer ve birisi hızla önce bakkala sonra da eve doğru koşar. Eğer o günler, tesadüfen dışarıyı seyredenler varsa hele de bu seyreden Karaşarlıların o tombul sarışın kızı ise mutlaka aynı sahneleri görüyor hatta “bak yine koşuyor” diye mırıldanıyor olmalıdır. Yine böyle yağmurlu bir günde, ben kardeşimle benim için sakızı çoktan alıp geldiğimde sel olmuştu. Modern ve alt yapısı olan bir kent için sanırım sel diye bir kayıt asla olamayacaktır ama şu bizim Ankara’da sel sıradan bir durumdu. Gök gürültüsüne karışık yağmur o kadar çok yağmıştı ki, bizim evin de yukarılarından yoğun bir su gelmeye başlamıştı. Yan bahçenin yaklaşık 1.5 metre yükseklikteki duvarı, gelen suyu şöyle bir tutayım dedi, hatta uzun bir süre de direndi. Yukarıdan hızla gelen su, duvara çarptığı yerde küçük girdaplar oluşturuyordu. Önüne kattığı çöpleri, bazen de bir naylon torbayı evirip çevirip girdabın içerisine alıp hızla yutan bir canavar gibiydi neredeyse. Duvar elinden geldiğince dayandı, yapma su, etme su derken güüüüp diye devrildi ve gitti. Belki tonlarca su birden yola ve yolun altındaki evin duvarına çarptı. Eğer o anda yoldan bir geçen olsaydı, bizim sokaktaki hatta şehrin içindeki tek boğulma vakası olarak tarihe geçmemesi mümkün değildi. O kayısının altında ve pencerenin önünde çok yağmur seyrettim, hatta bazen çatının içine de girerek yağmurun kiremitlerde çıkardığı sesi çok dinledim. İyi ki de yapmışım...