Ah Keşke

1996 yılının bir sonbahar günü. Hani Ankara’nın yazdan kalma, ışıklı günlerinden birisinin akşamı. Servisten inip eve doğru yürüyorum. Hep aynı çizgi üzre gidip gelsem de, her bir gün diğerinden daha yabancı sokaklar. Dışarıda şehrin sesi var ama içimdeki yüzünden onları ayırd edemiyorum. Kurtulamadım ya şu yalnızlık hissinden helâl olsun. Hâlâ bir fotoğraf makinasıdır uğraşıp duruyor namussuzlar, sen de bekle dur Japonlar ilacını yapar nasıl olsa diye. Evde ayrılık çanları çalıyor. Alp oğlan İzmir’de. O, İzmir’de de sırtında küçük hırkası elinde oyuncağı “ditme” demesi, sonra benim bana hep gitmek/özlemek mi düşecek diye söylenmem beynimin içinde.

Binanın önüne geldiğimi anladığım iyi oldu. Şimdi anlamamış olsaydım bir süre sonra nerede olduğumu, neden evde değil de orada olduğumu anlamak geçen seferki gibi mesele olacaktı çünkü. Girişin altında evimiz. Ne güneşimiz var ne de ışığımız. Suratımızın asıklığı da ondan mı bilemiyorum ama memnunum aslında. Aslında Ersin de memnundu. Memnundu çünkü ne kadar desem de yatağını tam apartman girişinin altına yerleştirdi. Tamam tamam da, bir işçi kablo döşerken beton delicisi ile tavanı delmiş olsa bile, kafasına düşen beton parçaları ile uyanıp toz içerisindeyken “Nereye gidecen, daha nereye gidecen?!” diye bağırması da hoş değildi. Ayrıca, Antep’ten arazi dönüşü odayı tavanda delik ve etraftaki tüm pisliği ile bulduğumda yaşadığım kısmi şaşkınlık üzerinde hiç durmak bile istemiyorum.

Binanın bahçesine bir gölgelik yaptılar. Severim bu emeklileri. Hemen sosyalleşirler, daha çok da aletli edevatlı sosyalleşirler. Gölgeliği yaparlar, sanırsınız oturup sohbet edecekler muhasebe yapacaklar. E yaparlar tabiki ama okeyi kim attı, gösterge kimde muhasebesinden de öteye geçemezler. Okey takımları, demlikle evlerden inen çaylar, hüüüüüüüüüp, şüüüüüüüüüpler, arkasından da böğürtüler. Yarın ölecekmişsin gibi yaşanın ne çok versiyonu var bu ülkede yarabbi. Yarın ölecekmişsin gibi böğür, Yarın ölecekmişsin gibi okey oyna, koca mahalleyi rahatsız et vb. Ama Ersin sinirli adam, öyle her atmosfer basıncında uyuyamaz. Hem o tavan hikâyesinden sonra daha bir hassaslaştı (!) Gürültü olmayacak, Köroğlu’nun atı gibi toplu iğne başı kadar ışık olmayacak vs. Adam gıcık işte. Dışarıdakiler gürültüyü arttırdığında otomata basıp protestoya başlar. Hangimizinki acaba diyerek hepsi kalkar giderler. İçlerinden de eminim “inşallah benimki değildir” diye dua ederler.

Bak şimdiden oturmaya başlamışlar. Selam sabah, gel otur komşum. Kalamam daha çalışmam gerek. Yalan da değil hani, bitmez bu tez. Binadan girince hemen zemine bakıyorum. Delik kapatılsa da izi duruyor hâlâ. Durup biraz inceliyorum. Aslında toz içinde aşağıdan bakan bir çift göz görmeye çalışıyorum. Gözün sahibi bağırıyor “Nereye gidecen dayı ya nereye?! Dünyanın merkezine mi?!” Alem çocuk bu benim Ersin..

İş yerinden tanıdığım bir adam var. Her sene bir bidon pekmez dayar gider. Pekmez alınca yanına bir bidon da tahin sağlanıyor tabiki. Durmadan tahin-pekmez yiyoruz o günlerde. Yiyorum ama ulan bu pekmezin toprağı nereden geliyor diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hem, o toprakların üzerinde manda gezmiştir, manda çok ot yemiştir, geviş getirmiştir, sonra da... Ersin rahat adam, paso yiyor. Tek derdi, ya abicim vallaha bu karışımı sen daha iyi hazırlıyorsun demem ve çoğunluk sihirli iksiri onun hazırlıyor olması. E kolay değil tabiki. Antep dönüşü bakkala ödediğim hesap ortada. Merhaba, bizim hesabı da bir çıkaralım bu arada. ..... milyon. Allah allah çok olmuş bu sefer, ne alınmış acaba? Coca Cola. Yuh be! Bir seferde almaya kalksa tankerle getirmeleri gerekir! Depresyondan tabiki. Cinlerden korkuyor o zamanlar. O cinlerden korkuyor ben de Ersin’den. Gecenin bir vakti pat diye kapıyı açar, yüreğimi ağzıma getirir. Ne oldu abicim? Gözleri kan çanağı, korkudan nefes nefese hiç abi, bir bakayım dedim. Olur güzelim bak hadi bak da, bu gece üç kez baktın zaten. Dayanıklılığımı böyle ölçme istersen abicim, elinde kalmayayım diyorum ha abicim?

Bahçe içinde büyüdüm ya sevmem apartman dairelerini. Birbirinin aynı mekânlarda yaşayan insanların birbirlerine benzemelerinden korkarım hep. Bir de yemek kokusu. Hele de bir süredir aç isen hele de pekmezi bidonla aldıysan, apartman boşluğunda tüm bina menüsü seni karşılar. Zamanla farkında olmadan uzmanlaşırsın. Fasulye 5, Dolma 7 numaradan. Bu akşam bir de menemen kokusu var ama nereden tam çıkaramadım. Kayıtlarımda bir sorun var. Bizim Ersin cinnet geçirdiğinde yalnızca pardon diyebilen işçinin haline takıldım dikkatim dağıldı. Tavanınızı deldim pardon ya, vallaha bir daha olmaz. Hem adam yanındakilere dönüp bir de delindi ya demiş. Tor tor tor tor, küt aha delindi! Menemeni koklayıp, pişiren kadına da yakınlık hissederken kapı da bir türlü açılmıyor. Numarayı kontrol ediyorum hemen çünkü bazen başka kapıları da açmaya çalışmış olmam söz konusu. Yok bu bizim kapı ama içeride birisi var. Kapıyı sabah memleketten gelen babam açıyor. Onu görmek güzel ama o anda daha çok yüzüme çarpan menemen kokusu ile ilgileniyorum. Baba, bu koku bizden mi geliyordu? Evet evlat, size yemek pişirdim. Ersin gece hep geç gelir ya, bu koku bizim evden mi geliyor/2 olarak dakikasında damladı namussuz hemen.

Babamı son görüşümüz oldu o menemen sofrası. Hem birlikte son gülüşümüz de. “Yaylaya çıkıyorum her gün evlat, açıyorum kollarımı iki yana, rüzgâr bedenimin her yerinde...

Bir fırsatım daha olsa, duyduğum en güzel “özgürlük” tanımının yapıldığı o günü tekrar yaşamayı çok isterdim...