40-MASA 1    07.10.2024

MASA 1

Modaya uygun olarak siyahlar giyinmiş anne ve 5 yaşındaki otistik oğlu, mutfağa yakın masaya oturmuşlardı. Ciddi görünümlü annenin, oğluna bakarken gözlerinden sevgi fışkırdığı, güzel yüzüne yayılan gülümsemeden rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Küçük çocuk sandalyesine oturmadan, annesinin silmesini beklemiş, silme işlemi tüm masada ve üzerindekilerde gerçekleştiğinde derin bir nefes alarak yerine oturmuştu. Yemeklerinin servis edilmesine daha zaman olduğundan, anne çantasından içinde satranç taşları olan küçük ahşap bir kutu ve tahta çıkarmıştı. İki eli de başının hizasında havada olan oğlan, parmaklarını hareket ettirmeye başlamış, anne bu durumu, taşları gördüğüne sevindiği şeklinde yorumlamıştı. Bundan sonra olanlar son 3 yılda her seferde yaşadıklarıyla aynıydı. Oğlunun satranç öğrenmesini çok arzulayan anne, taşları yerlerine yerleştirirken aynısını oğlunun da yapmasını sıcacık anne sesiyle söylüyor ancak oğlu her seferinde de taşları kendi bildiği gibi yerleştiriyordu. Belki bu sefer olur umuduyla sabırla taşları tahtaya dizen anne, oğlunun yine bildiğini yaptığını görünce içinden "daha taşları doğru yere koyamıyor, oyunu nasıl öğreteceğim" diye geçirdi ve yumuşak hareketlerle taşları kutuya atarken, sevgi dolu bir sesle "yarın yine deneriz kuzumm" dedi.

Annesi küçük oğlunun satranç bildiğini,  10 yıl sonra o dönemde kendisi de genç olan Türk asıllı Fransız satranç şampiyonu Bohor Hallégua'yı yendiğinde anlayacaktı ama ömrünün sonuna kadar da  taşları yanlış yerleştirmeye devam edecekti. 


39-P-45213-4    06.10.2024

 

Le Figaro Gazetesi’nin 1839 yılı, 13 Temmuz günü çıkan sayısında, P-45213 numaralı trenin telgraf memuru Raphaël Garnier'in [30] zehirlenerek hastaneye kaldırıldığı haberi yer alıyordu.

Paris [Gar de l’Est]-Berlin [Gesundbrunnen] hattı üzerinde çalışan P-45213 numaralı tren, her zaman olduğu gibi 06:13'te kalkmıştı. Tren personeli arasında yeni biri daha vardı. 30 yaşındaki Raphäel Garnier, telgraf sorumlusu olarak çalışanlar arasına katılmıştı. Daha önce istasyonlarda toplanan telgraflar, gönderilen kişilere kondüktör tarafından dağıtılırken, Fransız Demiryolları Şirketi bu uygulamadan vazgeçmiş ve her tren için bir telgraf görevlisi kadrosu tahsis etmişti. Bu sayede sadece istasyonlarda değil, su ya da kömür takviyesi için durulan her yerde basit bir düzenekle telgraf almak ve göndermek mümkün olabiliyordu. Özellikle bu hatta yolculuk uzun sürdüğü için karşılıklı olarak çok sayıda mesaj gelip gidiyordu. Yolcular bu servisten mutlu şirket ise aldığı ücret nedeniyle mutlu ve ek olarak oldukça umutluydu.

Her iş yerinde olduğu gibi -ki tren birçoğu için daha da ötesi evleri gibiydi- yeni gelenin kendisine bir yer bulması ya da kabul edilmesi pek kolay değildi. "Öpmüşüm şirketini" diyordu Baş Kondüktör, "Bir de bu çıktı başımıza" diye ekliyordu Kondüktör Yardımcısı, Yamak ve çırak birbirlerine boş gözle bakarken, aşçı "Yemeklerimden yesin de kuru götü biraz et tutsun" diye söylendi. Makinist, "Babam olsa vaktinde gelecek agam" diye homurdanırken, dünyadan haberi olmayan Ateşçi Jerom'un kalın dudaklarında sinsi bir gülümseme ve elinde tepeleme kömür dolu bir kürek vardı. Lokomotifin doymak bilmeyen kazanı ile malum ilişkileri tam gaz devam ediyordu. Kazanda bir değişiklik yoktu ama Jerom artık eskisi gibi değildi. İmbik patlaması sırasında hızla kazana çarptığında tavşan dişleri metale saplanmış ve orada kalmıştı. Yüzüne ne zaman bir gülümseme hâkim olsa, iki büyük dişe ait yerde artık kocaman bir boşluk vardı. Daha trene gelmeden hakkında öğrenebilecekleri her şeyi öğrenmeye çalışmışlar ama dişe dokunur -Jerome  burada istemsizce gülümsedi- bir bilgiye ulaşamamışlardı.

Raphäel Garnier,  trendekilerin hatta trenin geçtiği yerdekilerin ve koca bir kıtadaki insanların görüp görebileceği en düzgün ve titiz kişi olabilirdi. Lokomotifin hemen arkasındaki vagonun ilk kompartımanı kendisine  büro olarak verilmişti. Tek pencereli küçük bir mekândı, pencere kenarındaki çalışma masası tam istediği türdendi ama üstündekileri tamamen boşalttı. Not defterini ve uçlarını sivri açtığı kurşun kalemlerini sağ tarafa ve yan yana yerleştirdi. Durdukları ilk durakta eline tutuşturulan bir deste telgrafı kondüktöre, kondüktör yardımcısına, yardımcısı yamağına, yamak çırağına vermiş, çırak okuma yazma bilmediği için sıkı bir tekmeyle taltif edilerek kağıt destesi elinden alınmış, durumun söylendiği kondüktör yardımcısı,  iş yine kendisine kaldığı için günün ikinci, altın vuruş listesine ise 3ncü sıradan girebilecek kalitede bir  tekmeyi yamağın götünde patlatmıştı.

Kazandaki su seviyesi bittikçe ya da kömür takviyesi yapılması gerektiğinde durulan depo duraklarda, Raphäel Garnier küçük düzeneğini uzun bir çengelli kablo yardımı ile telgraf direkleri arasındaki tellere tutturuyor, durumu Paris ve Berlin haber merkezlerine bildiriyor, onlardan bir mesaj gelirse karalama defterine kaydediyor, gönderilecek mesajları mors alfabesine çevirip ilgili yöne doğru iletiyordu. Sistem birçok kere yapılan testlerin de gösterdiği gibi kusursuz çalışıyor, mesaj ücretleri anında ve ballı bir bahşiş eşliğinde tahsil ediliyordu. "Bu uyuz suratlının bu kadar iş yapacağını kim tahmin ederdi" diyen Baş Kondüktör, Tren Müfettişi'nin de emriyle -ki her telgrafı önce kendisi okuyordu-, bu telli bebenin her ihtiyacını eksiksiz karşılıyordu. Telgrafların sahiplerine ulaştırılması dışında bir isteği olmayan Garnier ile işler saat gibi akıyordu.

Sinyaller tarafından taşınan haberleri  önce noktalar ve çizgilere sonra da deşifre ederek düzgün metinlere çevirmek Garnier için büyük bir zevkti. Sinyaller gelmeye başladığında kendinden geçiyor, sanki görünmez bir ağla tüm dünyaya bağlandığını hissediyordu. Hani biraz cesareti olsa, kendisini,  yaptığı iş ve yapma şekli ile  Romantik dönemin büyük Fransız bestecilerinden Jeanne-Louise Dumont'a benzetebilirdi. Onun piyano çalışına tesadüfen şahit olmuş,  kendinden geçmesi, bestelediği oda müziği ya da senfonileri piyanoda icra etmesinden çok etkilenmişti. Haberi yoktu ama Jeanne-Louise Dumont'a hayran olma ve övme konusunda, Alman besteci Robert  Schumann'a tur bindirmişti. Beyaz elleri ile 52si beyaz, 36sı siyah 88 tuşa olan o büyüleyici hâkimiyeti  o kadar çekiciydi ki tek bir tuştan oluşan telgraf aletini kullanırken kendisini bir piyano virtüözü gibi hissediyordu. Birinde çok geniş bir yelpazede her sese  diğerinde ise kesik-uzun sinyallerle her hayâle, duyguya ve duruma ulaşmak mümkün olabiliyordu. "Bay Ferdinand Gulle stop, torununuz Hilda dünyaya geldi stop"; Bay Philippe Cardinale stop, firmamız görevlisi Alberto Garibaldi stop sizi Berlin Garında karşılayacak stop" elinden böyle neler geçmemişti ki.  26 harf, tek tek pek bir şey ifade etmezken birden yan yana gelerek evrenin tanımlanıyor olması Garnier'yi büyülüyordu.  Her çizik zihinde çok rahat görüldüğü gibi Garnier'de de yaptığı işin dünyanın en önemli işi olduğu hakkında büyük bir inanç vardı.

P-45213 Numaralı Tren kendinden emin bir şekilde Berlin'e doğru ilerlerken; Paris, tren ve Berlin arasında kurulan haberleşme köprüsü kusursuz şekilde çalışıyordu. Sinyaller, noktalar, çizgiler ve mesajlarda gizli duygular arasında gidip gelen Garnier hayatının en mutlu günlerini yaşıyordu. Hatta  hiç içmemesine rağmen bir tür sarhoşluk yaşadığı da söylenebilirdi. Onun kendisine göre mutluluk olarak tanımladığı bu durum, uyanıklık konusunda ilâhi bir yeteneği olan Tren Müfettişi'nin gözünden kaçmamıştı. Çalışkanlığı ve kazandırdığı para nedeni ile gözde statüsü kazanan telgraf görevlisinin değişen hava, çalışma ortamı, kesintisiz tekerlek seslerinden kaynaklı bir yorgunluk geçirdiğini düşünüp, endişelenmeyi bırakmıştı.

Yolculuğun 3üncü gecesi istasyonlardan ve su depolarında durulan anlarda onlarca mesaj gelip gidiyordu. Raphäel Garnier, küçük telegraf aleti ile şaheserler yaratıyordu. Dıt, dıııttt, dıt, dıt, dıt, dıııttt, dıt, dıt, dııttt [çevirenin notu: selam eder, ellerinden öperim]. Sesler beyninde, vücudunun geri kalanında, sağ ayağının  küçük parmağında bile dolaşıyordu. 3üncü vagon 5, 9, 13 numaralı kompartıman; 4ncü vagon 1, 3, 7, 11, 13 numaralı kompartıman derken trende telgraf almayan, aldığı telgraflar nedeni ile şoka girmeyen kalmamış gibiydi. Her şey yolunda giderken birden bire bir felaket havası esmişti. Garnier büyük bir gayretle önündeki çizgileri harflere ve kelimelere, kelimeleri cümlelere çeviriyordu ki zaman durdu.

Pays de la Loire Bölgesi'deki Vendée Şehri'nin Belediye Başkanı Jean-Baptiste Kléber dışındakiler Garnier'nin sahte telgrafları için davacı olmamışlardı. Demir Yolları İşletmesi yaşanan bu kriz sonrası haberleşme birimini geçici olarak kapatmış ve  olanların unutulacağını ummuştu.

Lokomotife yakın küçük ofisinde çalışan Raphäel Garnier, tren bacasından gelen dumandan yavaş yavaş zehirlendiğini bilmeden, daha önce hissetmediği ama yavaş yavaş hoşuna giden uçma hali içerisinde, dünyanın her köşesinden sinyaller toplamış bunları kelimelere ve cümlelere dönüştürüp, 13 vagonluk trende kompartımanlara dağıtmıştı. Asker geçmişi de olan Jean-Baptiste Kléber, elinde muhaliflerden geldiğine yemin ettiği "etme cahille sohbet azdırırsın stop Alma cam kırığıyla tahäret yırttırırsın stop" yazan telgrafla mahkemeye doğru koşuyordu.


38-P-45213-3    05.10.2024

Le Figaro Gazetesi’nin 1813 yılı, 13 Haziran günü çıkan sayısında, P-45213 numaralı trenin yolcuları arasında bulunan Hintli bir Guru'nun aniden kaybolduğu ve tüm aramalara rağmen bulunamadığı haberi yer alıyordu.

Paris [Gar de l’Est]-Berlin [Gesundbrunnen] hattı üzerinde çalışan P-45213 numaralı tren, her zaman olduğu gibi 06:13'te kalkmıştı ki acele ve korkuyla durduruldu. Koca trenin tarihinde bu türden bir durum bundan önce iki kere daha yaşanmıştı. Bu seferkinin nedeni İspanyol soylu, Calabria Düşesi Alicia Maria Teresa ve kalabalık heyetiydi. Diplomatik bir sıkıntıya yol açmamak için tren durdurulmuş ve yaklaşık 20 dakika içinde, 25 kişi eşyaları ile yerlerine yerleştirilmişlerdi. Grupta tozutuk ve gürültücü Düşes dışında merak uyandıran bir kişi daha vardı. Siyah tenli vücudunu çift kişilik beyaz bir çarşafla örtmüş, zayıf, çıplak ayaklı, uzun kıvırcık sakallı ve iki kaşının ortasında daire şeklinde kırmızı bir nokta bulunan kişinin adının sonradan Atmananda Krishna Menon olduğu söylenmişti.

Evlilik yoluyla kazandığı ünvan ve ona bağlı olarak edindiği eşek yüküyle para, her yarım beyinli zengin gibi Düşes hazretlerinin de etrafına, "her şeyim var şekerim, her şeyim ama içimde büyük bir boşluk var" diye yakınmasına neden oluyordu. Evlendiğine çoktan bin pişman olan, Calabria Dükü Infante Alfonso ne zaman yanına gelip, dudaklarını büzerek "Kendimi bulmak istoorumm Alfooo” dese, belki geri dönmez diyerek tonla para ve uşak grubu ile içinden "manyak lan bu" dediği karısını Uzakdoğu’ya gönderiyordu. Kaçıncı arayış turudur bilinmez, Batı Bengal‘de Kalküta'ya yaptığı son ziyaret sırasında, Gouri Bari Caddesi üzerindeki Parshwanath Tapınağı'na uğramıştı ki aradığını bulduğunu düşündü.

Tapınak avlusuna girdiğinde, beyazlar giymiş ruhani bir varlıkla karşılaştığına iman etti. Ruhsal konulardaki derinliği zihinsel çıkmazlarından daha beter olan Düşes hazretleri, beyazlar içinde sırtı kendisine dönük yürüyen adamın bir hareketine âşık olmuş ve “işte bu” demişti, “buldum!”. İzlendiğinden habersiz olan beyazlar içindeki ruhani adam, tapınağa gelmeden önce yaptığı kahvaltıda yediklerini düşünüp, kendine çüş diyemediği için gergindi. Oysa her zamankinden az yemişti: 3 kâse koyu Dal çorbası, aromalı pirinçle yapılmış 2 kâse Biryani Pilavı, 2 kâse Ispanak içinde kızartılmış Paneer Peyniri, 5 adet fırında pişmiş Samosa ve 2 kâse köri sosu ve kızarmış ekmekle servis edilen kahvaltılık sos olan Chole Bhatura. Bunları düşünüp, çıkaramadığı gaza odaklandığında önünden geçen iri bir fareyi görmüş, refleks bir hareketle gerilip "anca gezin aq" diyerek, müthiş bir tekme basmıştı. Tekmeyi atmak için sağ ayağını iyice geriye çektiğinde özel bazı kaslarının kontrolunu yitirmiş, öne doğru savururken tapınak tarihinin en devasa osuruğunu da salmıştı.

Farelerden nefret eden Düşes, adının Atmananda Krishna Menon olduğunu öğrendiği adamı, ruhsal önderi olarak seçmişti. Aslında sokak kınacısı olan adam, kahvaltıdan sonra adeti olduğu üzere tapınağa gelmiş başta Dharma olmak üzere; Vişnu, Şiva, Brahma, Laskhima, Durga, Sarasvati, Krishna, Rama, Hanuman, Ganesha, Kali, Nandi, Ganga ve Budha'ya şükranlarını sunmak istemişti. Gerçi bugünkü dua seansının nedeni babası ve baş belası dediği kız kardeşleri hakkındaydı. Tanrı Sarasvati'ye babasına verdiği erkeklik gücü için yakınacaktı, hadi öyle bir güç vermişti de 8 tane kız çocuğu vermek neydi. Bu konuda Tanrı Hanuman'a da dargındı. En azından 5 tanesinin canını almadığı için Brahman'a da "ama Tanrım ya" diyordu. Hele adının anlamı akıl olsa da yarım beyinli olduğuna yemin ettiği Trayi'nin kafasına hâlâ şimşekler yağmadığı için Krishna, Rama ve Ganesha'ya mesafeliydi. Tam bu kaos içerisindeyken Avrupalı tozutuk bir soylu kadın tarafından keşfedilmişti. Adah, Ananya, Kashvi, Kima, Mahika, Parvati, Shanaya tek erkek kardeşlerinin arkasından gemiye el sallarken Trayi kendi kendine "Kara kuruydu, Guru oldu" diyordu.

7 aylık Hindistan macerasından dönen eşini gördüğünde "haaah şahtı, şahbaz olmuş" diyen Calabria Dükü Infante Alfonso daha özlemeye bile fırsat olmadan geçen 7 aya, soylu soylu epeyce söylendi. Hintli kadınlar gibi giyinmiş olması bir an “çekici mi olmuş bu köftehor” dedirtmişse de hiç susmadan seyahat anılarını anlatması yüzünden tüm sempatisi anında gitmişti. Yaklaşık 40 kelimeden oluşan, "Mal, aynı mal" şeklinde çevrilebilecek İspanyolca bir cümleyi dişlerinin arasında eveleyip geveledi. Bu seferki dönüşü biraz garip gelmişti. Vücudunun görünen her yeri kına denen geleneksel bir boyayla yapılmış çiçekler ve geometrik şekillerden oluşan süslemeyle kaplıydı. Fildişi renkli bir vücutla gidip, İran halısı gibi dönmüştü. Gariplikleri bununla da sınırlı değildi üstelik. Yere oturup çatal bıçak kullanmadan elleri ile yemek yiyor, Sanskritçe olduğunu söylediği kelimeler ve kavramlardan söz ediyordu. Kendinden başkasını dinlemek konusunda Tanrı vergisi bir yeteneği olan Dük Infante Alfonso tüm bunlara karşı güçlü bir bağışıklık geliştirmişti: Yani zaten dinlemiyordu.

Düşes hayatından o kadar memnundu ki birden bu zenginliği yalnızca kendisine saklamanın doğru olmadığına karar verdi ve Berlin'e doğru yola çıkmak için Paris'e gittiler. Atmananda Krishna Menon çocukluk günlerinde dinlediği ve öğrendiği Sanskritçe şarkı sözlerinin bu tozutuk kadın üstündeki etkisine inanamıyordu. Bir şey öğrenmek şöyle dursun anlamak konusundaki becerisi de sıfır olan Düşes, duyduğu her kelime ile hayatı yeniden keşfettiğini hissediyor, her seferinde Tanrıların adlarını ve hükmettikleri konuları karıştırsa da hayâl aleminden çıkmak istemiyordu. Sürekli yakılan tütsüler, adını bile bilmediği baharatlarla pişirilen yemekler ve ilkel aletlerle yapılan müzikler kendisini büyülü bir evrende hissetmesine yol açıyordu: Özetle, kafası fena çizikti.

Trene yetişmeleri tam bir mucizeydi ve Düşes'e soracak olursanız bunu sağlayan Guru'dan başkası değildi ama Guru'ya soracak olursanız bu kadın Dharma'nın kendisine yolladığı bir cezaydı. Cehenneme inansaydı, oradan geldiğine yemin edebileceği kız kardeşi Trayi'nin bu işte parmağının olabileceğini düşündü. Ayrı kompartımanlarda olsalar da Düşes, Guru'yu rahat bırakmıyor hep onunla aynı yerde durmak istiyordu. Hindistan'da yaşadığı onca süre boyunca bile bu kadar tütsü yakmamış olan Guru Atmananda Krishna Menon, kompartımandaki dumandan nefes alamaz hale gelmişti. Duman yüzünden gözleri yaşarıyor, Vedik Töre'yi tekrar edip ağladığını düşünen Düşes daha içli ve derinden dualarla kendisine katılmaya gayret ediyordu ki, yerde duran küçük halıyı alan Guru kaçtı.

Saint-Avoid yakınlarındaki yeşil çayırlarda otlayan inekler, mandalar ve koyunlar ağızlarındaki otları çiğnerken kafalarını çevirmiş yakınlarından geçen trene bakıyorlardı. Atmosferik metan katkılarını da yapmayı ihmal etmeden, trenin vagonları arasında bağırarak ileri geri koşan beyazlar içinde bir kadın, kadının peşinde bir grup başka kadın ve erkeklerle birlikte, 13cü vagonun tavanına çıkmış birini gördüler.

Tren, Saarbrüchen'e doğru yavaş yavaş ilerlerken tavandaki adam sağa sola bakındı, elindeki küçük halıyı şık bir hareketle yere atarak serdi, beyaz elbiseleri havada uçuşurken, kollarını iki yana açıp ana ve ara yönleri anlamaya çalıştı. Kolları ile havada yaptığı hareketler sonrası, sırtını lokomotife doğru dönerek bağdaş kurup oturdu ve kendisini izleyen büyükbaş hayvanların şaşkın bakışları altında tünel duvarına yapıştı.


1    20.04.2024

Guliver Ölmedi, kalbimizde yaşıyor..


2    21.04.2024

Güneş toplamaya gittim, döneceğim...


3 Kuruklu Yalan    22.04.2024

G e r ç e ğ i  b i l m e k  h e r k e s i n  h a k k ı..


4 Nasıl Yalannnn    28.07.2024

 


5 Mutlunur Bala Hatun    28.07.2024

Mutlunur Bala Hatun ki Hikâyesidir.

Ol er kişinin dil sürçmesine binaen seyahat taleb ittiğü günlerde ve kedilerin damdan dama  atlarken soğuktan hevada asılı kaldıkları uzak karyelerin birinde,   kasaplar çarşısı yakınındaki müstakil ve  fevkani bir evde  yalan dünyaya gözlerini açan Mutlunur Bala Hatun,  babasının 40 gün üst üste ettiği lakırdıdan mı yoksa başka bir illetten midir bilinmez , ez-cümle "Deli Bala" olarak nam salmıştı. Çocukluğu, dedesi Tüllüzade Nur'u el-din Fakih Efendiden dinlediği hikayelerle geçmüş, aralarında en sevdiği de hep Hayber Kalesi olmuşdur. Büyüyüp serpildiğinde iki kadın cüssesinde ve kocaman vefakat devasa ayaklı olduğu için vedahi lakabı mucibince, bazı külhanbeylerde merak hasıl olsa da illahi ve billahi uzak durulan bir refika adayı olmuştur. Rüyalarında fetihten fetihe koşan bir arslan donuna büründüğünden, sır aleminin kapısının kendisine  aralık bırakıldığına kalb-i derundan iman itmüşdür. Bir talip çıkmadığından veyahut çıksa dahi bizzat kendisi dirsekle ittüğünden bir izdivaç da  vuk'u bulmamış, hayal aleminde dahi külli ibadetle meşgul olmuştur. Kendi dilinde terennüm eddüğünce  bir bahar gecesi yine rüyalanmış; Dezziret tarikatı şeyhi olduğunu söyleyen  beyazlar içre ve epeyce yaşlı Abdürrazik Sümeysad hazretleri kendisine "Seni seçdüm kızım. Tiz kendüne 100 mürid bul. Bul ki görevin tebliğ olunub"  demüştür. Büyük bir kalp coşkusuyla rüyadan def'olan Mutlunur Bala hatun, evvel emirde abdest tazelemiş ve ilk temasta kendisininki ve karşı hane dahil olmak üzere, ki  büyük çoğunluğu bilek gücüyle olduğu rivayet edülür,  15 cins-ü ademi etrafında toplayabilmiştir. Kalanları da tam bulmak üzere aşağı mahalleyi hedef eylemişken muhterem babası Tüllüzade Hamidullah Sülahi Efendi atik davranub vakaya dahil olmuş, sevgili kerimesini gözünün yaşına bakmadan vedahi 16. olmayı reddederek eşek sudan gelene kadar dövmüş böylece de durumu vaziyete hakim olmuştur. Alimlerin çoğu mırmır  etmiş olsalar da olayın bu seyri üstüne mahalleli derin bir nefes almuşdur. Dediklerine göre, seçilmiş kişi Deli Mutlunur Bala Hatun ol cennetten çıkma dayak neticesinde âlâ mı âlâ pamuk gibi bir hatun olmuş ve er kişisi, saadet-i seniyyesi umur-u alem Dürrüzade Ekrem Tabibullah Efendiye cennet meyvası 4 veled-i ahu virmüşdür. Günahı anlatan vedahi aktaranlaradır.  Aciz kul, Köle Şems el-din Fuzûlizâde sadece kalem iddü vesselam..

Kaynak: Kitab'el-fi'l alem'ül hayâl et-lâkin ve'l kattiye'n-Durma, Kahire

6 Bir zamanlar Smiljan'da    28.07.2024

 



 
Nasurlu ellerinin ucunda çekdüğü kürekleri sıkmaktan şişmiş iri parmaklarıyla sarduğu cigaradan ağzına gelen tütünleri, tıb tubb sesleri eşliğinde dudaklarından uzaklaşturan kefere, nasıl hasıl oldu bilünmez, her kerresinde bir azizin adını anma alışkanluğu edünmüşdü. Tıbb Petrus, tubbb Mikael, tıp tppp Markos. Akşama kadar uzunnn bir listeyi hem de her Allah’ın [C.C] günü aksatmadan kerrelerce tekrar idmek onun içün kanisada akşam duası terennümü gibi olubdu. Bazen Papa Agatho’yla [ki nedür kimdür bilmezdü] başlayan listesi, Rahibe Makrina’ya kadar temas eylerdü. Ne mana içredür bilünmez, amma velâkin listedeki rahibeler, Kristos Efendinin pis pis sırıtmasına sebeb olurdu. Asla ihmâl itmedüğü iki karakter; Audomar ve Basileus’lardan biri çok ilgisini çeküpdü amma velakin marifetleri konusunda eser miktarda dahi olsun hiçbir fikri yoktu. Bu itibarla bazen ol adlar ve tükürmeler arasında gendü lisanı ve dinünce küfür savurduğu da vâki denmektedür. Konstantinopolis’in kıyıdaki tüm mahallerini, kayık yanaşacak yerlerini Kristos kadar bileni daha Marmara denizine gelmemiş denürdü. Amma en çok Kone Petro’daki kanisaya varmak isteyenleri karşı kıyıdan alıb adrese teslüm iderdi. Khalkedon kıyıları ya da Pantiki vedahi Makri Hori, külli günahkar ömrünce dönüp durduğu karyeler olmuşdu. Kayıkta kürek çekmeyi bir şekil ibadet ve zikir kabul itmesünden sebeb ne evlenmeye ne de barklanmaya vakti zemanı kalmamış, zihnündeki tek avrat, hiç görmediği ama bazılarının garip vedahi şaşalı incelükte terennüm itmeye doyamadığı rahibelerdi. Tıppp sesle birlikte bir tütün parçası hevaya savrulur, aklına düşen rahibe hatun pis bir sırıtmaya sebeb olur ve peşinden yine fena bir duman çekilir. Basit vedahi sade hayatının akışı, müthiş bir şekilde böyle şeküllenmüşdür. Dalgaların yarattığı hararetle sallanan kayıkta tütün kesesi çıkarulur, kalınca ama düzgün bir cigara sarulur, hayvani cüssede bir el siper tayin edülerek ateşlenür, tütünün içinden geçen sıcak heva derine en derine her seferinde daha da derunlara çekülür, azizlerin adları sayulur, tütün kalıntıları tükürülür tıpp Petrus, tuupppp Mikael, duup Markos bir rahibeye denk geldüğünde Şam şeytanı gibi sırıtulur. Şems doğar, cigara sarulub yakulur, içre çekülen heva dışra savurulur, dudağa yabuşan tütün barçası tıpp Petrus, tuupppp Mikael, duup Markos nidaları eşliğinde, geri alunan dilin ucundan hevaya savurulur. Her kalp atışı ile dışarı bir kir ve işin aslı illa bir pis atulur. Hasılı,  Adem oğlunun kalp atışı diye bildüğü vedahi işün aslı ruh demüzlüğüdür. Kalbinüzün hem hiç bıkıp sıkılmadan demüz ve piri pak eyledüğünü, zihnünüzle pis etmeyün. Tıpppp Petrusss, tuppp Makrinaaa :))

8 Akıllı Kulak Sendromu    28.07.2024

 



Tamburi Hayali Burhan Efendi ki, tellere dokunan tombul parmakları gibi tatlı dili ile de becerikli ve keyifli bir fâni idü. Yine bir akşam Tatyos Efendi’nin “Yok Mudur Ey Mahpeyker Zerre İnsafın Senin” namlı Hicazkâr eseri terennüm ederken, densüzün birinin “şimdiki zemanda adına şarkı düzülecek hatun nirde, âşk nirde a mübarek” demesinden mütevellit elinde tuttuğu kaplumbağadan yapılı mızrabı dudaklarına tutturup [Tamburizade Göbekli İstavrozi Efendiden yadigâr derlerdü ki kıymeti âlâ ve bâlâ ola], yaaa hakkk nidasıyla tamburu ol densüzün kafasında kırk pare itmüşdür. Bu munis ademin, ol çok sevdiği tamburunu birinin kafasında parelemesi Beyoğlunu değil koca İstambolu da hayrete sevketmiştir. Vedahi Yunus deye anulur büyük ermişten devşirib “aşk gelünce cümle noksanluklar biter ey kefere!” diye feryad eylemesi dilden dile sektirilmiştir. Tambur infilakı vak’asından sonra Tamburi Hayali Burhan Efendi’yi bir daha ne gören ne de işiden olmayubdur. Kimesneye göre hâlâ İstanbol sırtlarında mecnun-u meczub hâlde dolanub durmakdadır ki vak’anın aslı Allah’ın yardımı ile hem burada hem heman, aciz bendeniz Hayakir Melon Alemşeryân tarafından kalem idüldü.  İşün aslı eski bir Arap mes’elinde geçen Kays’ın Mecnun olması, ez-cümle Cin padişahı tarafından esir edilmesi hadisesidir ki aynı sebebden Meczub olduğu hayretle teşhüs edile. Leyla ne güzeldür ne de âşktan Mecnun olan Kays’ın aşkı aslında Leyla’yadur. Leyla âşkından da epey ötelerde, âşka âşık olmak vardur. Mecnunluk, kimesnenin görmediği ve idrak edemedüğü bir hâli görmek vedahi bir güzelliğe şahid olmaktan ziyadedir. Çok eski ve yine ulu bir şaire ait bir mes’eli anmak icab ider ki “Zevcesinin gözündeki beyaz hattı işaret edüb hatunkişi, gözündeki o biyaz hat nasıl hasıl oldu” deyu sual olunmakla zevcesi hatunun cevabı safi yeri değül tüm kâinatı ditreddürmüştür “o beyaz hat hep vardı efendi lâkin senin sevgin azalunca görünür oldu” Heyhat ey okuyan âşk ki gören gözleri âmâ idmez mü? Arş-ı âlide ne kadar melek varsa bu lakırdı üzre gendünü yırtıb hüngür hüngür ağlamuşdur. Şol Tamburi Hayali Burhan Efendi’nin de bir Leyla’sı vardır ve namı da Vava Çarşucuyannis olup derler ki bir zalım çirkünlük abidesidür. Bunun neyine âşıklandın deye soran efrada; “Ve fakat, kaba ve hamdım o ahu yüzlü, şol ateşi ile beni bişürdü de ayıbım gettü, gevredüm de gendümü buldum” demüştür. Âşkına karşuluk aldı mı almadı mı bilinmez amma ve lâkin, okuyucu şu cümleden nazar hâli anlar; “Ey bal Vavasi, âşkların en âlâ ve âlisi; ben hamken, bişüp yandum da sen gendün hep ham kaldun” İstanbol sırtlarında hâlâ Vava’sını arayan bir Efendi dolanub durur. Kimesne unutmamalıdır ki asıl âşk ten-i cinse olmayub amma velâkin aslı esası ruhu şekerpareyedir.  Âşktan da ötede daha da derunda, bir âşk daha vardır vesselam..


10 Böğlek Vak'ası    28.07.2024

Böğlek illeti Vak'ası

 
Heybetünden develerün dâhi ürktüğü bir kervancıbaşu olmağla meşhur bir orman gaçgunudur ki fırun küreğinden hallice vedâhi ayu pençesü gibü ellerüyle attuğu tokatlarla üç beş deve bayulttuğu, birkaç atla cümle çapulcusunu telef ettiği de rivayet oluna ki Kahire, Şam, Haleb, Teberiz, Kayseriyye, Suvas, Erzorum, Tirebizon ve Tifilis olmağla görmediğü adım basmaduğu il galmamuşdur dirler. İşte Gassân b. Yasir b. Abadile el-mahdum el-beşşar ve'l-zufi böyle heyevandan da öte bir beşer azmanudur. Gelmiş geçmiş en büyük ve âlâ kervancıbaşı olan bu dev azmanu ve billahi ormanu yanuk er kişi bazen 50 bazen de 75bin insanlu ve heyevan haşaratlu kervanlara reislik iderdü. Zalim amma velâkin işinin de erbabı olduğu cihetle cümle âlem onun kervanına dahil olmak içün çırpunurdu. Yaptığı her sefer muvaffakiyetle tamama ere ki olmaya abartuyla hikâye edüle, kulağdan kulağa aktarıla. Fakat talih ve kader öyledür ki kimesnenin güci yidmez. Asub kesen korkusuz bir harami bile ol cihanda izün idülmezse hüküm süremez. Bu gölgesinden dahi korkulan dev cüsseli herüfün hakkından da küçücük bir böcek gelür. İşin aslı Böğlek Vak'asıdır ki Gassân b. Yasir b. Abadile el-mahdum el-beşşar ve'l-zufi'nin tüm ettüklerini burnundan getüre..

11 Dö lâ âlâ    28.07.2024

 
 
Sen kalk Saint Benoit Lisesi'ni bitir sonra Sörbôn Üniversitesi Doğu Dilleri kürsüsünde yıllarca başkanlık yap memleket ziyaretinde "acıkmışsınızdır patlıcanlı gözleme paşazadem" desinler, o Pays de la Loire'nin meşhur ağır ve ağdalı akademik aksanı ile "lö dö la höö dö zökkım" diyerek boş gözlerle bak patlıcanlı gözlemeyi anlama. Millet utansın, tarif etmeye çalışsınlar ama olmasın birinin aklına "manolya yaprağında buğulanmış mevsim sebze soslu buyday [ :)) ] özütü" paşazadem demek gelsin, bunu da paşazade dahil kimse anlamasın ki sonra aklı evvelin birinin "hamur yatağında mevsim soslu Anadolu yassısı" demesi üzerine paşazadenin gözlerinin parlayıp "lö dö lâ âlâ âlâ" buyurması ve herkesin  derin bir  nefes alması hadisesi hatırasıdır.

12 Obur Haham    28.07.2024

Bugün eğer Vaux-le-Vicomte Sarayı'nı ziyâret ederseniz, şaşalı yemek salonunda uzun bir yemek listesinin asılı olduğunu görürsünüz. Listede yok yoktur ve asılmasına neden olan olay çoktan unutulmuştur. Ancak talih ve tarih ilginç bir ekiptir. Sarayın tavan arasında bulunan eski bir kayıt defteri bir sır perdesinin kalkmasını sağlamıştır.
 
Uzatmalı asil Vendôme Dükü'nün küçük oğlunun bar mitzvah töreni için davet edilen Haham Moritz'in oğlu Haham Ave'nin oğlu Haham Evo'nun oğlu yaşlı Haham Mordecai; paha biçilmez 1869 mahsulü Chateau Lafite'den 5 şişeyle birlikte bir Pag adası kuzusu, 2 kiloya yakın patates püresi, adını bir türlü telaffuz edemediği dö lâ, â lâ bilmem ne adlı yemeklerden tepeleme dolu 3'er tabak, 5 kâse balık çorbası, 3 kâse soğan çorbası, 7 top dondurma, yarım kiloya yakın çukulata ve 2 şişe tatlı şurubu mideye indirdiğinde, ayaklı bir bombadan pek farkı kalmamıştı. Birden, hayatında ilk kez havuz görüp yahu bu ne büyük leğen diyen büyük dedesini hatırlamış, kahkaha atarken ne ara yuttuğu bilinmez kocaman bir elma ağzından fırlayıp, işin aslı neredeyse 50 yıldır mumya olan Châteaudun kontunun yüzünde patlamış, anında geçen hafif bir utanç nöbeti sonrasında dedesi anısına Torah'tan bir iki ayet sıkmak istemiş ama dili dolanmış ve becerememiştir. Aslında göreceli olarak her şey iyi giderken koca ağızlı dişlek düseş hazretlerinin kendisine gösterdiği ve dikkatinin dağılmasına neden olan ilgiden sıkılmış, gözüne takılan dana rostoya doğru bir hamle yaptığında da olanlar olmuştu. Şahit olanların sonradan verdiği listeye göre yukarıda sayılanlara ek olarak; 125 midye, yarım düzine haşlanmış turp, bir tabak dolusu kereviz sapı, kocaman bir yengeç, bir sepet üzüm, yarım kazan sığır bourguignon, 3 tabak Coq Au Vin'e ilâve olarak yarım porsiyon Akdeniz lagosunu da mideye gömmüştür. Aslında yemesi sorun olmasa da geçirmekte olduğu hafif gıda zehirlenmesi sırasında, durmadan konuşan dişlek ve koca ayaklı düşes hazretlerine dönerek yarım yamalak Fransızcası ile "J'espère vous voir a la cérémonie demain" yerine "J'espére vous entrerer lors de la cérémonie demain" demesi üzerine kadıncağızın düşüp bayılmasına, görünüşüyle de tam bir çöp tenekesini andıran yaşlı hahamın da yaşadığı hafif şokla akşamdan beri yuttuğu her şeyi Vaux-le-Vicomte Sarayı'nın yemek salonuna sermesine neden olmuştu. O koca gövdeyi hastaneye taşırlarken, başına her zaman dert açan iğrenç oburluğundan zerre utanması ve 7 büyük günahtan dahi haberi olmayan haham, tüm kabahatin nedenini açıkladığını sandığı o cümleyi haykırıyordu: Ben gariban bir haham'ım, o lânet soğanı kemirmeyecektim !

13 Ama Var Yaa    28.07.2024

Zavallı diyorlardı. Yabanda bulduğu kaya parçasını güçlükle dükkânının önüne taşımış yaz kış, hollukta tüneyen tavuk gibi üstünde oturuyordu. Köydeki tüm erkeklerin de korktuğu karısının, zavallıyı dövdüğü bu nedenle de aklının bir kısmının yittiğini düşünüp bazen üzülüyor çoğu zaman da alay ediyorlardı. Kafkas Savaşında esir düşmüş, 16 yaşında çıktığı köyüne 7 yıllık esaret sonrası 23 yaşında ve gittiğinden daha sessiz bir adam olarak geri dönmüştü. 65.000 esir içerisinde geri dönen 25.000'ninden biri olarak, oturduğu yerden doğuya hem de taa Rusya'ya doğru baktığından kimsenin haberi yoktu. Esir alınıp Sibirya'da Volgograd diye bilinen korkunç bir esir kampında tutulmuş, genç ve güçlü olduğu için sonradan Igor Antonov-Ovseenko adlı zengin bir çiftçiye köle olarak verilmişti. Uzun boyu ve cüssesine ek olarak, çalışkanlığı yüzünden de zengin toprak ağası tarafınfan çok sevilmişti. Çiftlikte, kendi cüssesine uygun tek kişi, sahibinin yarmagül kızı Katyuşka Antonov-Ovseenko'ydu. Serin yaz akşamlarında çiftlikteki en mutlu anlar çiftçinin ikisini güreştirmesi olmuştu. İri kıyım Katyuşka'yı köydeki karısına da benzetiyor olması nedeniyle bu güreşler zihninde çok renkli anların oluşmasına neden oluyordu. Savaşa gidişi, esir alınışı, önce Sibirya'da esir kampına sonra Sverdlovsk'ta bulunan bir çiftliğe köle olarak verilmesi sürecinde milyonlarca adım atmış, onlarca çarık ve çizme ayağında paralanıp erimişti. Onca yıllık gidiş ve gelişe dayanmasına neden olan şey hemen hemen her adımda tekrarladığı ve asla vazgeçmediği o tek cümleydi. Sibirya'ya giderken çok sert bir karaktere sahip karısı için kurduğu cümleyi; uzun saatler güreşmeleri ve şimdi burada anlatamayacağımız ve çoğu samanlıkta, çiftlik evinin tavan arasında, büyük salonda, küçük banyoda, mutfakta, depolarında, odunlukta, ahırda, çiftliğin yakınından geçen derenin kenarında, suyun içinde, çiftlik içindeki her meyva ağacının üstünde, çalıların dibinde, saçak altlarında, baca diplerinde o iri vücutlu sarışına yaptıkları yüzünden artık Katyuşka Antonov-Ovseenko için kuruyordu. "Ama var ya ne akça pakça garıydı!"


14 Spinoza'ya Övgü    03.08.2024

Flemenk Şeytanı dediği Spinoza'nın [adını andığında bile tüyleri diken diken oluyordu] hem de şu yaşında aklını karıştırması sinir bozucuydu. Zihninin en uzak labirentlerinin de en dibinde kalmış raflarda, üzerinde papalık arması olan tozlanmış bir kutu içerisinden çıkardığı kallavi bir küfür dizisini savurdu [tüm hayatı manastırda geçtiği için kendisini küfür bilmeyen biri olarak tanıtsa da Spinoza'nın anası, halası, teyzesi, kız kardeşi, komşularının karıları ve onların sülalerindeki kadın tayfanın da hatırını sormayı ihmal etmemişti] listeyi tamamladığında, derin bir nefes alıp alnında biriken terleri kirden asıl renginin ne olduğu artık belli olmayan bir mendille sildi, kafasını şöyle kaldırıp çarmıhta İsa ile karşılaşınca onca yılın deneyimi ile otomatik şekilde 3 "Ave Maria", 5 "İsa bizim babamız" duası okudu. Küfürden doğan günahı sıfırlaması, yüzünde nihayet yılışık ve sinsi bir gülümsemenin yayılmasını sağlamıştı.



Cennet mekân Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, tüfekhânede çıkan bir yangın esnasında Fransız keferenin icadı olan tulumbayı gördüğünde, leyleği hevada görmüş seyyah gibi sevünüb, ağaları tarafından seçilecek pek bi azgun ve ipini koparmuş yenüçerilerden Tulumbacılar Ocağını kurmuş idi. Yangun kulelerinde yahut minarelerdeki gözcülerden vedahi feryatlar üzre gelen yangun var çığlıklarına, sırtladukları tulumba kutuları ile icabet ederlerdü. Mintanla koşmak zor olduğundan altta uzun don üstte atletle, azrailden kaçar gibi olay mahalline ulaşırlardı. Attukları naralarla hem cesaretleri artup hem de yolu açmağla meşgûl olurlardı. Yine bir akşam Kuzguncukda çıkan bir yanguna iki farklı takım sokaklarda “yaman gelürüz, yaman giderüz” şeklünce naralar atarak koştururken bir takımın külhanbeyinin ki Sütübozuklar Takımu olduğu söylenir yanluşlukla cenuba, diğerinin de ki namları Hasköy Çukurcuları Takımı olsa gereğ hayda bre yiğitlerim garba demesü üzerine, öyle lanet bir sokağın köşesinde iki sanduk ve 20 nefer birbiri ile çarpuşmağ üzereyken bir takımın kutucuları gendülerini kurtarmış diğer takım ise ne dönebüldükleri için ne de yavaşlayamamakdan mütevellit, sırtlarındaki tulumba sanduğu, boru makarası, merdivenlerle Ermeni Aghavni’nin oğlu kasap Agop’un dükkânına ki külli hurra dalup, yerle yeksan itmüşlerdi.



Mucize, Papalık kayıtlarına 1613 yılı Ocak ayının 13'ünde oldu olarak geçmişti. Olayın şahitlerinden biri olan zavallı kadın, bağlı ve işkence gördüğü için zaten ölmüştü. Diğer iki kişi ise bunu mucize olarak sunmanın kilise açısından daha değerli olduğunu hemen kavrayan, gerçekte ne kilise ne de dinle alakasız iki açgözlü uyanık psikopattı. Doğuştan kekeme olan rahibi biraz tanıtmak gerekirse; Styephan'ın en belirgin özelliği, kendisini tanıyan herkesi çıldırtacak kadar ağır kekeme olmasıydı. Günah çıkarma kabinine girdiğinde, günahları çıkıyor muydu bilinmez ama onu dinleyen en sabırlı rahiplerin bile saçlarını yolarak kaçtıkları çok görülmüştü. Yukarıda verilen tarihte kilisenin mahzeninde cadı olduğu düşünülen hatta bundan emin oldukları genç bir kadına sorgulama görüntüsü altında işkence ederlerken, iki tecrübeli rahibe yardım etmesi için görevlendirilmişti. Konuşması gerekmeyeceği için gelmesinde sakınca görmeyen sorgucu rahipler, demir işkence aletlerini korlaştıracak ateşi sürekli canlı tutmasını istemişlerdi. Hücrede ortadaki masaya yatırılan genç kadının yalvarmalarını hiç duymayan tecrübeli işkenceciler, kadının elbiselerini parçalayarak çıkarmışlar ve hareketli masayı kaldırarak kadınının neredeyse ayakta durmasını sağlamışlardı ki mucize dedikleri de işte tam o anda gerçekleşmişti. Ertesi gün, neredeyse doğduğu günden beri kendisindeki konuşma güçlüğünü bilenler, onu su gibi akıcı bir şekilde konuşurken görünce bunun bir mucize olduğunu zorlanmadan kabul etmişlerdi. İki uyanık işkenceci rahipten daha insafsız ve zeki olanının yaptığı küçük bir yönlendirme ile bu durumun ayinin başarısını gösterdiği de Piskopos tarafından ilan edilmişti. Gerçekte ne kadın bir cadıydı ne de içine şeytan kaçmıştı. Rahibin dilinin çözülmesinin nedeni aslında çok başkaydı: Ateşi canlı tutmak için körüğü çalıştıran Styephan, masanın kaldırıldığı anda kafasını olayın cereyan ettiği yere doğru çevirmiş, hayatında ilk kez çıplak bir kadın bedeni görmüş, bakışları genç kadının sonradan mermer gibiydi diye tarif edebildiği iri beyaz memelerine kilitlenmişti. Ne kadar sürdüğü bilinmeyen bu bakış ve tende kayboluş anına ek olarak, kekemeliği tek seferde hem de hiç takılmadan söylediği, en az milyon yıllık saflık, hayranlık ve saygı içeren bir cümle ile bir daha geri dönmeyecek şekilde zamanda erimişti: "Tanrım! Bunlar çookkk güzellll"

16 Mozarella The Cat    03.08.2024

 

MOZARELLA THE CAT

1745 yılı sadece müthiş şarapları ve dinlendirilmiş domuz kanına yatırılarak hazırlanan Puccini sucukları için dikkat çekici bir yıl değildi. Asıl bomba olay, kendisine hatırı sayılır bir miras kalan şişman dişi İran kedisi Mozarella'nın hikayesiydi. Kedinin sahibi, meslekleri aslında aileden zengin olmak olan ve yan iş olarak tüccarlık falan da yapan De Amicis ailesinin başkanı ultra zengin Giovanni De Amicis'ti. Filosunda İtalyan donanmasının 50 katı kadırgası olan Giovanni, kısa boylu tıknaz gövdeli ve bu ufak tefek halinin tam tersi onlarca kemikli adam sinirine sahip biriydi. Hatta bir kere Kral'a kızdığı için gidip kendime bir ülke alacağım diye hoplayıp zıplamış, haberi alan Kral Papa'dan, Papa'da Giovanni'nin uzatmalı metreslerinden Aşağı Porto Düşesi Koca Memeli Sophia D'Arala'dan ricada bulunmuş ve Sohia hazretlerinin uğraşları ve özel yöntemleri sonucu, kelimenin tam anlamıyla ve görünüşüyle de tam bir sinir küpü olan şımarık züppe Giovanni bir parça sakinleştirilebilmiştir. İşte bu sakinleştirme operasyonu sırasında yaşananlar Mozerella'yı dünyanın en zengin kedisi yapmıştır. Yerden bitme ultra zengini malikânesinde ziyaret eden Aşağı Porto Düşesi Sophia D'Arala operasyonu tamamlayıp Giovanni'yi iliklerine kadar rahatlattıktan sonra, sosyetenin yeni alışkanlığı olan 5 çayını içerlerken, bir fakir evi büyüklüğündeki şömine üzerine asılı Giovanni ve karısı Adriya prensesi at suratlı Octavia Deliha'nın devasa resmini görünce bir kıskançlık krizine girmiş ve doğaları gereği yanlarından ayrılmayan şeytanının kavga çıkar fısıltısına dayanamayıp gaza gelerek, özellikle de tabloda evliliği temsil eden kedinin resmedilmesinin kabul edilemeyeceğini başka bir gemi dolusu lafla birlikte söylemiştir. Bir hatta birkaç odun hassasiyetine sahip Giovanni kedinin evliliklerindeki uyum ve mutluluğu ifade etmediğini hatta kedisini at suratlı Octavia'dan daha çok sevdiğini ne kadar söylese de Sophia eşek ölüsü gibi tabloyu kafasına yiyene kadar ikna olmamıştı. Keşke bunu daha önce yapsaydım diyen Giovanni De Amicis, kelimenin tam anlamıyla Sophia'nın kıçına tekmeyi basarak saraydan dışarı atmış, ruhunun en derin bölgelerinde hissettiği huzurla noter Felippe D'Amganelli'yi çağırtarak tüm servetini o sırada ünlü mobilya ustası Yunan Arman De Tornadis'in elinden çıkma bir sehpayı kemiren Mozarella'ya bırakmıştı. 


17 Zaman    02.08.2024

Elinde tuttuğu kuzu budundan hayvani bir parça koparmıştı ki ziyafet sofrasındaki zevzeklerden birinin Aristoteles'in zaman için "bir şeyin başlangıcı ve sonu arasındaki süreçtir" dediğini anırırcasına hatırlatması canını sıktı. Kendisinden neredeyse 700 yıl evvel edilmiş bir cümleden ziyade, kimsenin bilmediği bir nedenden sözün sahibine epey tepkiliydi. Ağzındaki et parçasını önündeki tabağa tükürdü, şarap kadehine doğru uzanırken Aristo'nun belli başlı bir organı hakkında, sofranın zerafetine uygun şekilde okkalı bir küfür savurdu. Zaman'a karşı bu ölçülebilir yaklaşım Aurelius Augustinus'un hiç hoşuna gitmiyordu. 13 Kasım 354'te Numidye'de doğan filozof bozulan moralini düzeltmek için yana doğru hafifçe kaykılıp, ancak Alp Dağlarındaki köylülerin haberleşme için kullandıkları 10 metrelik bir boynuzdan çıkan sesin yarışabileceği ayarda bir osuruk patlatıp, dikkati ağızları açık bırakan şekilde kendisine çektikten sonra tarihe geçen lafını etti: "zaman bizim için öncesiz ve sonrasız bir akıştır." Yunan filozofunun ölçülebilir ve bir anlamda sınırlı saydığı zaman, ardılı ve gürültücü Romalı filozofa göre aslında insandan bağımsız ve adeta evrenin kendine özgü varlıklarından biriydi. Zaman kavramına ilişkin daha farklı bir bomba; Roma'da gerçekleşen ziyafet sırasında yaşanan bu biraz da utanç verici olaydan yaklaşık 1200 yıl sonra, Fransa'nın Vendone bölgesindeki Villiers-sur-loir köyünde ve bu sefer bir filozof tarafından değil hem de köyün mezar kazıcısı olan Mösyö Uzun Julien-Guillaume tarafından patlatılmıştı. Kasabadaki herkes ölümden daha çok mezarcı Julien-Guillaume'den korkuyordu. Kendi halindeki bu adam mezar kazmaya ölüm daha gerçekleşmeden başlamasıyla ünlüydü. Bunu nasıl bildiği konusunda kimsenin fikri yoktu bu yüzden de onu izlemekten kendilerini alamıyorlardı. Mezarlığın tepesindeki evinden elinde kazma kürekle çıktığını gördüklerinde sıranın kimde olduğunu düşünmeye başlıyorlardı. Hakkında bilinen tek şey, birgün yine bir mezar kazmaya giderken kendi kendine yaptığı bir konuşmada gizliydi: "Zamanı ölçebilirsin. Gün gece olur, elin yüzün kırışıklıklarla dolar, değişirsin. Zaman durdurulamayan bir değişim demektir. Peki, zamanın sesini duyabilir misin, o sesle birlikte, evrenin ruhundan bir parçanın öldüğünü duyabilir misin?" Bunları saklandığı yerden duyarak gelip köydekilere anlatan sümüklü Arşibal, yalan söylediğini düşünen dahası dediklerinden hiçbir şey anlamayan şiddet konusunda aç gözlü bir at hırsızı tayfasından yediği müthiş bir dayak sonrasında harika bir uyku çekmişti. Peki zamanın sesi de neydi?



1005 yılı Eylül ayının 13üncü günü Freydıs Erıksdottır'ın cenazesi sonrası olanlar, daha sonra kulaktan kulağa Nyöttgörrtt Fiyordu Faciası olarak aktarılmıştır. Erkek mi kadın mı olduğuna bir türlü karar veremedikleri Koca Götlü Freydıs Erıksdottır'ın bir ayıyla güreşirken ölmesi, kafalarındaki karmaşanın sona ermesi anlamını da taşıdığından, içten içe gizli bir memnuniyet yaşadıkları da söylenebilirdi. Boyu neredeyse 2 metre olan Freydıs Erıksdottır'ı içi toprak dolu kayığa elinde tuttuğu kılıcı ile yatırıp, Nyörttgörtt Fiyordunda akıntıya bırakmışlar ve sonra kendisi gibi Viking beyleri olan Haarald Haardrada, Büyük Cnut ve Kemiksiz Ivar'ın attığı oklarla cesedi yakmışlardı. Genelde cenaze sonrası büyük binaya gidilerek bir şölen yapılırken, bu sefer herkes canını kurtarmak için sağa sola kaçışmış; şölen, yemek, kusana kadar içmek ilk kez bu nedenle yapılamamıştı. Bir Viking köyünde böylesi bir korku yine bir Viking tarafından yaşatılabilirdi. Olayın baş kahramanı Haarald Haardrada, baltaları bile 2 metre uzunluğunda olan 2 metre 25 santimetre boyunda bir devdi. 200 kilo ağırlığındaki bu ormanı yanmış Viking beyinin, sağa sola yapılan akınlarda 4000'den fazla kişiyi baltasıyla parçaladığı anlatılmaktadır. Faciaya neden olan olay, 1 yıl önce yine aynı yerde Ekim ayında yaşanmış dostane bir konuşmaydı. Kahkahalar eşliğinde tam vedalaşıp ayrılırken Haarald Haardrada'ya bir sonraki Ekim ayında gelip gelmeyeceği sorulduğunda Kemiksiz Ivar'ın, içtiği bir fıçı bira ve 30 litre şarabın da etkisiyle, bir Bizanslı tüccardan duyduğu "gelirse ekime gelmezse .... -me" diye bağırmasına içerleyen Haarald Haardrada bu lafı koca bir yıl kafasında taşımış, unutmak için savaşlarda önüne geleni kesip parçalamış ama başarılı olamamıştır. Cenazede karşılaştıklarında Kemiksiz Ivar'a karşı sırtında taşıdığı baltaları her an çıkaracak gibi tetikte beklerken, ölü, Fiyord akıntısına bırakılmış, yakma işlemi için atılan oklar yerini bulmuşken, Kemiksiz Ivar'ın kime ve neden söylediği anlaşılmayan cümlesi Haarald Haardrada'yı çıldırtmış ve bunun üzerine önüne geleni doğramıştır. Işık hızıyla gerçekleşen olayları takip eden tek kişi olan Kızıl Hafnarfjörôur: Kemiksiz Ivar'ın biraz da havanın kararması üzerine "tohum bile karanlıkta büyür" dediğini, bunu duyan Haarald Haardrada'nın baltalarını çekerek "lan bir şeyi de bilme!" diye bağırıp, önüne geleni parçalamaya başladığını anlatmıştır. 3e kadar sayabildiği de saygıyla anılan Kızıl Hafnarfjörôur'un kendisini domuz bokluğuna atarak bu felaketten kurtulduğu da söylenenler arasındadır.


19 Bu Ro Cha-Chi    04.08.2024

"Bütün sır, düşmanı gerçek niyetimizi anlamayacak şekilde karıştırmakta yatar" cümlesi ile elindeki sayfayı yazmayı tamamladığında, dana böğürtüsünü andıran bir çığlık eşliğinde sabah akşam yediği pirinç toplarından kaynaklı kabızlığı da nihayet atlatmıştı. Wu devleti döneminde yaşamış komutan, stratejist, filozof, yazar gibi her beoke'den anlayan ve bu haliyle tam bir erken rönesans adamı olan Sun Tzu, kendisinden önce de bilinen savaş ilkelerini Savaş Sanatı adıyla tanınacak eserinde bir araya getirmiştir. İmparatorların daha yavruluk dönemlerinde okudukları kadim kitaplar arasında yer alan eser, bazen olması gerektiği gibi anlaşılmış bazen de yanlış anlaşılmıştır. Hatta bazı imparatorlar asıl düşmanın içeride mi yoksa dışarıda mı olduğuna bile karar verememiştir. İşte bunlardan biri de İmparator Zhôụ Zhọdųngul Wang'dı. Resmi kayıtlarda yok yer ve göğün ortağı, yok dağların nehirlerin efendisi, vay ıvır zıvırın dahası vırt zırtın sahibi şeklinde anılsa da yakın çevresi kendisine Yarım Beyinli Zông adını takmıştı. Yarım Beyinli Zông'un aslında kim olduğunu bilmeyen bu göksel salak, yüzüne karşı hakkında yapılan bazı şakalara önündeki masayı dağıtacak derecede kahlahalar da atarak katılmıştır. Doğuştan durgun zekâlı kendi türünden mahluklarda olduğu gibi Zhôụ Zhọdụngul Wang'ın da şeytanlaştığı anlar oluyordu. Böyle bir zihinsel sıçım sırasında; günlük seromoniler, damgalanacak evraklar, dinlenecek raporlar derken içinde olduğu durumun birtür kölelik olduğunu anlamış, Sun Tzu'nun yukarıda bahsedilen cümlesini de aklında evirip çevirdikçe, kendisini bu iş yığınından kurtarmanın yolunu da bulmuştur. Eşek yüküyle gelen belgeleri uzun saatler boyu dinlemektense bir filtre döngüsünün daha doğru olacağına iman etmiş, sarayın evrak bölümüne, tam 15 alt daire kurulması emrini vermiştir. Aslında sistem çok basit ve tamamen bir kördüğüm yaratma ile ilgili olmakla birlikte, ne istediğini etrafındaki görevlilere tam olarak anlatamamış, gereksiz olduğunu düşündüğü birkaç kelleyi kestirdikten sonra, vezirler heyetinde adam kalmayınca kendisini herkesten iyi tanıyan ibrikçibaşını kendi keşfi olan sistemi açıklayıcı bir metin yazması işi ile görevlendirmiştir. Yarım Beyin lakabının da gizli isim babası olan zavallı ibrikçibaşı Han Zhön Yi'lan, ne istediğini kendisi bile tam anlamayan imparator için yukarıda sayılan sıfatlara daha ağdalı başkalarını da eklenmiş olarak [vay efendiler efendisi, yok ülkeler fatihi, yok düşmanın korkulu rüyası, vay her şeyi bilen-gören] başlayan bir yönerge yazmıştı. 1. Daire başvuruları kabul edecek; 2. Daire gelen başvuruları konularına göre ayıracak; 3. Daire konularına göre ayrılmış başvuruların incelemeye değer olup olmadığına karar verecek; 4. Daire incelemeye değer konuların daha detaylı incelenebilmesi için Daire 5, 6 ve 7yi görevlendirecek; 5, 6 ve 7. Daireler artık memleketin hangi unutulmuş köşesinden yollanmış isteklerin yerinde incelenmesi için 8. Daireyi görevlendirecek; 8. Daire eğer memurlarının ömürleri vefa eder de konu anlaşılırsa gelen yanıtları 9. Daireye iletecek; 9. Daire yeterli eleman tahsis edilmesi halinde, ilgili raporları bir araya toplayacak [ki, istenen yaklaşık 35 belgenin tam olması şartıyla] ve sonucu 10. Daireye gönderecek; 10. Daire eğer gerek görürse dilekçe ve dosyaların 11. Daireye yönlendirecekti. Sonraki 3 daire de sahte belge, ekstra bilgi belge, nüfus kayıtları, ikamet belgeleri, akıl sağlığına şahitlik belgeleri, suç kayıtlarından oluşan eksiklerin giderilmesi için daireler arasında çapraz görevlendirmeler yapacaktı. Bu şeytani sistem, dert sahiplerini çıldırtsa da matematiksel olarak ne ülkede sorun ne de imparatorun ömrünü kemiren iş yükü kalmamıştı. Yarattığı şeytani döngü nedeni ile Han Zhön Yi'lan'a, daireler babası anlamını taşıyan Bu Ro Cha-Chi ünvanı verildi.  Yönergede ve sonra uygulamada anlaşılmayan tek şey ise 15. Daire'nin ne yapacağıydı. Gizli Daire diyerek işi kurtarmaya çalışsalar da bu konudaki gizem, 2000 yıl sonra uzak bir coğrafyada ortaya çıkan tombul bir siyasetçi tarafından kurulan ve tarihe geçen bir cümle ile sona erecekti: "Benim memurum işini bilir!"


20 ÜÇ HARFLİLER    05.08.2024

ÜÇ HARFLİLER

Kahire'nin Kalyubiye Mahallesinde bulunan âl-Mahdum ve'l Cümân'ül fi 'l- Duhukir Hastanesi'nin Acil Servisinin tecrübeli  hastabakıcısı Binyâmin Efraim, beyaz entarisi içinde yemekten hacıyatmaza dönmüş, yağlı ve haddinden fazla iri gövdesini sağa sola sallayarak, alyalar saçarak hayretle anlatıyordu: "Bismillahhh Biiisssssmiillahhhh birinin dudakları taa kulağının yanına kadar sünmüştü, Nil kıyısında başı yana dönük kaz gördüysen bilirsin, diğerinin ağzından köpükler çıkıyordu, üçüncünün çenesi ensesine dönük  şoka girmiş donuk donuk bakıyordu, teâsma tak dolaştır yani. Yarabbim sen bizi koru, İkinci grup daha fena haldeydi: birinin tek gözkapağı kapanmış, eliyle açmaya çalışırken koparıp yere attı eşek yavrusu, biri havaya bakarak üstünde ne varsa yırtıp atarken titreme nöbeti geçiren mi istersin altını dolduran mı. Hiçbiri de konuşamadığı için ne olduğunu da anlayamadık."

Bir Kahire gecesinde sabaha doğru gerçekleşen bu hadise önce mahalleliyi sonra da tüm Kahire'yi sarsmıştı. Tıbbi her şey denenmiş [kovalarca serum, elektro şok dahil] çok az ilerleme olduğu görülünce, yaygara çıkaran ailelerin de baskısıyla Hattap Camisi imamı İbrahim el-Kazz'üsselam davet edilmiş veled'ü zinâlar diye önce çıkıştığı adamlara Allah'ın emri üzere okuyup üflemesi sonrası, biraz parça toparlanmaları dolayısıyla başlarına gelenin de anlaşılması mümkün olmuştur.

Bilirsiniz Hattap Camisi ile Velâ-i yâd Eczanesi arasında zengin Avrupalılara ait büyük bahçeli  evler bulunmaktadır. Eski, tozlu asillerden  Madam Anjelique'e ait malikâne de oradır ve konunun da tam merkezindedir. Sorsanız dün yediklerini hatırlayamayan bu Arap irisi adamlar Madam Anjelique'in adını duydukları anda; Madamın beyaz teninden başlayarak  kız kardeşi Madam Éve, Éve'nin kızı Sophia hizmetçileri Anuşka, Anuşka'nın kızı Natalia, Natalia'nın arkadadaşı Jeliseveta'ın kırmızı fırfırlı eteğine  kadar  hatta daha başka şeyleri de detaylarıyla anlatabiliyorlardı. Madamın Fransa'ya dönmesinden sonra viraneye dönen villa, her türden uğursuz adamın ilgisini çeken bir yer halini almıştı. Büyük bir bahçesi 4 büyük, 10 küçük yatak odası olan bina hakkındaki tek özellik,  kim olduğu tam bilinmeyen ilk sahibinin evin altına bir tünel ve tünelin diğer ucuna da bir kasa odası yaptırdığı hikâyesiydi. Bu söylentiyi hangi bok atarın çıkardığı bilinmese de Kahire'de ne kadar ipsiz sapsız adam varsa  kulaktan kulağa bu öyküyü aktarmak konusunda hayvani bir iştah içindeydiler. Bu öykülerden etkilenen kafaları muhtemelen dolunaydan güzelleşmiş 2 grup halindeki 8 kişi, birbirlerinden habersiz ve hem de aynı gece tünel ve içindeki hazineyi aramak için yaklaşık aynı saatlerde eve girip çalışmaya başlarlar. Yer yer çökmüş olan tünelin farklı yerlerinde çalışırlarken gözcü olarak bıraktıkları arkadaşları sürekli susun konuşmayın şeklinde uyarı yapar. Her seferinde de biz konuşmuyoruz yanıtını alır. Siz konuşmuyorsanız, ben konuşmuyorsam peki o zaman bu konuşanlar kim diye sorar. Söylediklerinin uğultu halinde tekrar ediliyor olması üzerine birbirlerine bakan kafadarlar birden çığlıklar atarak tünelden çıkıp evden kaçarlar. Aynı sesleri duyan ve ne olduğunu anlamayan diğer ekiptekiler de hem zor çalışma koşulları hem yakalanma korkusu derken gerilmiş sinirlerinin de etkisiyle kendilerini dışarı atarlar. O akşam tünele giren ve tünelden kaçarak çıkanların hepsi de korkudan kas spazmı ve kısmi felç geçirirler. Olayın aslı nihayet anlaşılmakla birlikte, gerçekle ilgilenmeyen,hatta hiç alakaları olmayanlar için hazine efsanesini şimdi daha da çekici hale getiren  üç harfliler ve onların korudukları hazine eklenmiştir.

Kahire Salabi Polis Karakolu’nun görevlileri; Mevki’üz el-abad’ül Âlem Caddesi 23 numarada bulunan ve Madam Anjelique Konutu olarak kayıtlı hanenin kanalizasyon kanallarında tıkanmaya neden olan bir çökme kaydını rapor etmişlerdi.



Paşa Hazretleri emekli olduktan sonra, sabah tutukluğuna iyi gelir umuduyla Bavyera kaplıcalarına yaptıkları bir ziyaret sırasında, Potansiyel Timbuktu Sistemik Lupus Eritmazotus Romatizmasından muzdarip Aşağı Bavyera Arşidüşes'i Bigenli Hildegard von Cäcälia ile tanışınca, 80'inde ama hala zıpkın gibi hissedip avcılık hali nüksetmiş ve düşes hazretlerine çıkma teklif etmiştir. Aralarında geçen konuşmanın orijinal hali Yüksek Almanca olup, anlaşılabilmesi için aşağıda Orta Anadolu Türkçesine çevirilerek verilmiştir.

 
Paşa Hz.- Aaaah Hildegardddhh, Hildegarrrdhhh sarı guzummmm. Benim ğöğnüm sana düştüüü. Egger senin de bende göğnün varise evlenek gızzzz. Gel hele bi he deeee..
 
Hildegard-Aman paşa hazretleri heç göğnüm neyim yoğ sende. Şu ahir vakıt çola çocuğa maskara olmayak..
 
-Paşa Hz.-Eee o vakıt dünya ahiret bacımsın sarı çiyan Kakaliaaaa...


Paşa hazretlerinin büyük bir heyecan ve kendisinden yaklaşık 35 yıldır pek beklenmeyen bir dirayetle Aşağı Bavyera Arşidüşes'i Bigenli Hildegard von Cäcälia'ya yürümesi, hanımefendi hazretlerinin her ne kadar defansına neden olsa da bu olay başta Brandenburg, Mecklenburg-Vorpommern, Schleswig-Holstein olmak üzere Saarbrücken asilzade çevresinde bomba gibi patlamıştı. Paşa hazretlerine ve o yüksek lisan-ı bülbüliyesi ve dahi sular seller gibi Almancası ile terennüm eylediği teklifine dirsek gösteren Arşidüşes Bigenli Hildegard von Cäcälia, cami yıkılsa da mihrap yerinde bebeğim dercesine aldığı teklifin, 45 yıldır peşinde koşturarak inlettiği Baron Manfred von Richthofen'in kulağına gitmesini sağlamıştı.
 
İçtiği biralardan ve yediği kol gibi domuz sucuklarından sebep, artık bir danayla Arşidüşes arasındaki farkı anlayacak durumda olmayan Baron, haberi tam Baden-Württemberg Baronu Hansettin von Rothensteyn'e " suya daldım derinde yüzüyorum sandım baronum, meğer götüm dışarıda kalmış" diye Hamburg Belediye havuzu maceralarını soylu soylu anlatıp anırarak gülerlerken almış ve akabinde 1500e çıkan şekeri yüzünden feci şekilde küplere binmişti.
 
Gördüğü her ahu yüzlü ve ayaklıya yürüyen Paşa hazretleri, malumunuz aldığı red cevabı üzerine ışık hızıyla çark ederek Sarı guzum Hildegardddd dediği Arşidüşes'i Sarı Çıyan Käkälia yapmıştı. Saniyesinde yeni avlar peşine düşen Paşa hazretleri, Arşidüşes'e yapmış oldukları teklifi, Baron Manfred von Richthofen'den gelen sucuk kokulu, bira lekeli ve tehdit dolu mektubu okuduğunda bile ancak ve yine epey bir gayretle hatırlayabilmişti.
 
Bundan sonra olanlar; hiddet, arzu, kıskançlık, taşikârdi, iktidar, irade, futbol topu kadar büyümüş küflü prostatlar, böbrek taşları, güzel bir kadına duyulan hayranlık, kendi dinlerince edilen küfürler, fıçı fıçı biralar, kapı kenarında sırt kaşımalar, hayvan gibi kataraktlar, parmak arası mantarları, pencereden etrafa bakar gibi yapıp burun temizlemeler, çiş kaçırma, kaybolan apandisit, kangal kangal domuz sucukları, fıçı fıçı köpüklü biralar, yatmadan önce içilen sütler, şeftali hoşafları, Hammâmizâde İsmail Dede Efendi'den Bu gece ben yine bülbülleri hâmuş ettim ve Ey büt-i nev-edâ olmuşum müptelâ şarkıları, kan sulandırıcı ilaçlar, kova kova serumlar, şeker komaları, gaz hapları, anıra anıra okunan Alman milli marşı, ağızlardan fırlayan diş protezleri, sefere çıkmış mehteran besteleri, kılıç talimleri ve alt bezlerinden oluşan karmaşık durumların gölgesinde gelişecekti. Baron Manfred von Richthofen'in seviyesiz mektubu ve Paşa Hazretlerinin ibretlik yanıtı, yakında ve sadece bizde..

23 Yüksek Almanca    09.08.2024

Arşidüşes Bigenli Hildegard von Cäcälia her ne kadar kendisi de bir şeye benzemese de Baron Manfred von Richthofen'ten kelimenin tam anlamıyla iğreniyordu. Nefreti, baronun ailesinin doğuştan asil olmamasından değil, sucuk ve biradan anladığının binde biri kadar bile kadın ruhundan anlamadığı içindi. Hele kendisine seslenirken kullandığı o benzetmeler yok muydu durmadan yok Morus Bassanus'um yok Cygnus Olor'um hele de en son yumurtladığı Anser brachyrhynchus'umu duyduğunda artık dayanamayıp sinirleri tepesine çıkmış ve o bin yıllık soylu zerafeti ile etrafındakilere hem de defalarca Yüksek Almanca'nın o insanı sarhoş eden meleksi melodisiyle "Vogelgeschützt, Deutsch in der regel gelernt " yani "kuş beyinli bu osuruklu ipne âyol. Almancayı tarlada öğrenmiş ayı" demiştir.



Baron Manfred von Richthofen'den gelen o seviyesiz cümleler çöplüğü [ki mektup demek içinden gelmiyordu pek] Paşa Hazretlerinin canını sıkmıştı. Eğer yüz yüze görüşebilselerdi düelloya davet eder ve onun o yağlı, bitli peruğunun altındaki kafasına kocaman bir delik açardı fakat heyhat çok uzaktaydılar. Düello fikrinin doğal nedenlerle kendiliğinden ortadan kalkması üzerine, sert ama lisan-ı münasiple yazılmış bir mektup göndermeyi daha uygun buldular. O kadar kızgındı ki mektubun geldiği günün akşamı, 3 nargileyi safi yek nef'es'i âlileri ile patlatmışlardı. Her patlama sonrası hey yavrum Allann Baronu diyordu. Şöyle bir alet yoktu ki Paşa Hazretleri konuşsun o pis yağlı Alman domuzu dinlesin ya da Paşa Hazretleri yazsın Baron aynı anda okusun. Her ne kadar bu fikir aklına yatsa da dünyanın öküzün boynuzunda taşındığına inanan bu adamlarla bu gelişmeler nasıl mümkün olacaktı? Çektiği derin nefesler ve nargile patlamaları arasında Japonlar da hâlâ uyusun develer dedi ama bu sözlerine kendisi bile bir anlam veremedi.

Fermanla Kral ağlatıp anasının eteğinin altına kaçıran, Evropa'da dans yasaklatmış bir toplumun parçası olarak Buhûrizade Mustafa Itrî'den Bestenigâr Darb-ı Fetih ve Hisar Devr-i Kebir Beste ve Aksak Semai'yi dinlerken o dallama Barona ithafen ibretlik mektubu kaleme almıştı. Dönem edebiyatının anıtsal eserlerinden kabul edilen mektup, sonradan elden ele dolaşmış, başta İngiltere ve Fransa’nın büyük üniversitelerindeki Doğu Dilleri ve Edebiyatı bölümlerinde ders olarak okutulmuş ve orijinal nüshası en son Vatikan'da özel bir kasada muhafaza altına alınmıştır. Maalesef kâğıdının aşırı yıpranması, giriş ve sonuçtan birkaç cümle dışında bu edebi başyapıtın harap olmasına neden olmuştur.

Söylenen o ki hayvan sığırı Baron Manfred von Richthofen mektup kendisine okunurken ayılıp bayılmış, üst üste 2 sinir krizi, 5 gaz sıkışması, hıçkırık tutulması, göz seğirmesi ve sara krizleri geçirmiştir. Baronu insan içine çıkmaz eden mektubun ele geçen bölümünde yazanların şunlar olduğu bildirilmiştir: Ben ki, Kazan fatihi, Cebel'üt-Tarık Yüksek Komiseri, Gir’it Muhtarı, Kav’un dolması mucidi, kestaneperver, Yemen’de [ s i l i k ] kâryesindeki sulak tarlanın yarı hissesi, Kırşehir'de 3 bostan 5 değirmen, Konya'da At Pazarı kapısındaki 7 dükkânın, 2 ahırın, 1500 koyun-3734 dananın, 1000 baş beyaz avradın, Sille'de bir kilise ve manastırın üçte bir hissesinin, Sarayevo’da nalıncı, havlucu, ibrikçi dükkânlarının, Alanya Hacıkapu karyesinde buzhâne, kârhaneler, kahvehâneler, İstanbul sur içinde 35bin dönüm arazi, çömlekçiler ve camcılar mahalleleri, Kırım'da leblebiciler, battaniyeciler lonca binaları, Suvas eyâleti ilduseli ve çevresi köyleri ve Ken kâryesi, Kayseri mantıcılar, basturmacılar hanları ve dahi İstanbul Kapalıçarşı’da 1275 dükkân sahibi Hacı Nurullah’ın oğlu [ s i l i k ] sen ki Balon MALfred [Buradan sonra büyük bir bölüm s i l i k ]  beni oraya getürtme, yok illâ ve pekâlâ geleceksün dirsen gâyrı olacakları gendün bilürsün. Bunu yazan Paşa tosun, okuyan Baron'a  [ s i l i k ].. 


25 Antonio Evaristus    12.08.2024

Kendisinden daha az kıdemli olsa bile herhangi bir rahibe günah çıkarttırabilecekken çok özel olduğunu düşündüğü nedenlerden dolayı bizzat İsa Hazretleri ile konuşmak istemişti. Yaşlı binanın uzun ve karanlık koridorlarında kahkahalar, öksürükle karışık arada saldığı, kesinlikle kıdemine yaraşır gümbürtüde osuruklar ve “perce mihi deus!” sözleri eşliğinde yavaş yavaş yürüyen yaşlı piskoposun çıkardığı sesleri biri duysa, 180 kiloluk şişmanca [ki kendisi böyle denmesini daha adil diye uydurmuştu], karanlık ve korkutucu koridorlarda en az yirmi kişinin olduğuna yemin edebilirdi. İçinde olduğu uzun ve karanlık koridor, bu tek kişilik gürültü makinesini nihayet ana ibadet salonuna ulaştırmıştı. Konu tahmin edilebilecekten çok daha önemli olduğu için yaklaşık 45 dakika süren ve işkenceye benzeyen yürüyüşe değdiğini düşündü. Bir iki öksürük, öksürük sesiyle kamufle etmeyi artık beceremediği osurukları ve “perce mihi deus!” sözleri ile nihayet apsisin önüne, Çarmıhta, nedense bir parça rahatsız olmuş gibi görünen İsa’nın huzuruna gelmişti. Heyecanla “Deus, quod factum est, non credis!” diyebildi ancak konuştuğu varlığın zaten her şeyi bildiğini düşünüp bir parça korktu. Yaşanan bu küçük kriz Piskopos Antonio Evaristus’un keyfini kaçırmamıştı aksine malum sesler eşliğinde gülmekten kendisini alamıyordu.

Burada birazdan sona erecek olayın başlangıcı 45 yıl öncesine, Trevi Manastırında yapılan dini bir tartışmaya dayanıyordu. Genç Antonio Evaristus ve şu anda Trevi Piskoposu olan yaşıtı Caius Innocentus, çok ciddi dini bir konuda bir türlü birbirlerini ikna edememişlerdi. Kısa uyku ve yemek araları dışında tartışmanın 3 hafta sürdüğü söyleniyordu. Aslında bu akşamı da eklerseniz 45 yıl ve 3 hafta sürmüştü. İki şehir ve iki din adamını karşı karşıya getiren önemli problem : “Son akşam yemeği öncesi İsa’nın havarilerin ayaklarını yıkamaya sağ ayaktan mı yoksa sol ayaktan mı başladığıydı.” Onlarca parşömen, rulo ve yazma eserde geçen değerli bilgileri inceleyen Papa XXXVII. Sixtus Quartus, nihayet tartışmaya ve dolayısıyla iki kent arasında 45 yıl, 3 haftadır süren bu derin kavgaya son vermişti. Çoğu o buna dedi ki, bu buna dedi ki, bu şundan aktardı ki şeklinde ifade edilen güvenilir veriler ışığında yıkamaya sol ayaktan başlandığını ilan etti. Foligno Piskoposu Antonio Evaristus yani Foligno Manastırı kazanmıştı. Durum Piskopos Caius Innocentius’un hoşuna gitmese de Papa hazretlerinin kararı kesin ve neredeyse göksel bir kanun olduğu için yenilgiyi kabul etmişti. Yaklaşık 1 saat önce biten bu kabul ve özür törenine bizzat Papa hazretleri de katılmış, ceza olarak, Piskopos Caius Innocentius’un diz çökerek Piskopos Antonio Evaristus’un yüzüğünü öpmesini emretmişti. Sahnede koskoca papa da olduğu için Piskopos Antonio Evaristus’un gözlerinden akan yaşların asla için için gülmekten değil önemli bir tartışmanın bitmiş olmasının yarattığı o vecd halinden kaynaklandığını iddia edenler de olmuştu. Yüzüğü öpülen ve dini konulardaki bilgisi onaylanmış olan şimanca psikopos Antonio Evaristus artık kendisini tutamaz hale gelmiş ve yaşlı kilisenin duvarlarında yankılanan kahkahaları arasında, bu uzun yolu yürümesine neden olan bombayı da nihayet patlatmıştı: Tanrım, öptürmeden önce yüzüğümü kıçıma sokmak bence müthiş bir fikirdi!


26 Son Dua Notları    12.08.2024

Ruhu bin yıldır bozkırlarda, ince cılız su akıntılarında, ulu ağaçların köklerinden başlayarak en uç yapraklarına, sıcak sulara doğru aylarca kanat çırpan kuş sürülerinin arkasından öndeki lidere kadar gidip gelerek dünyayı dolaşmış gibiydi. Eğer o zamanlar varlığını bilseydi ve sosyal açıdan aşağılanıp iğdiş edilmeseydi, ekvatoru da bu listeye ekleyebilirdi. 

Yaşlı ve yorgun ahşap mekanizmalardan gelen sesleri düşündü gülümsedi, insanın ruhu da gıcırdarmış meğer diye düşündü. Tüm hayatı tarlada çalışmaktan ibaret olduğu için böylesi konulara dalmak gibi bir huyu yoktu, hali kendisine içten içe garip geliyor ama buna engel olamıyordu. Bu konuda sonradan farkettiği bir şey daha vardı, bu düşüncelere dalmaya engel olmak istemiyordu. Hayatı kendisi gibi renksiz ve tek düze insanlar içerisinde geçtiği için hiçbir güzelliğin farkına varamamış buldu kendisini.
 
Gökyüzünde değişen bulutların hareketi, avcı kuşların havada süzülmeleri, ağaçların o devasa gövdelerine rağmen rüzgâra direnmeyip salınmaları, günü yakan güneş, geceyi aydınlatan ay, her şey hep böyle güzel miydi? Sıkıntıdan başka bir şeyini görmediğim hayatın böyle bir hâli mi vardı diyordu kendi kendisine. Görmek, görmemek ne kadar karmaşık kavramlarmış meğer. Onca yıl hiçbir şey farketmeden yaşadıktan sonra, kendisini görünmez bir perdenin arkasına geçmiş gibi hissediyordu. Ve burayı, kendisi için çok yeni duyguların su yüzüne çıktığı bu toprakların, ilâhi durağı ve ülkesi olduğuna iman etti. 
 
Adı bilinmeyen bir ülke ve zamanda, bütün dünyanın anlamadığı, yaşı memleketi bilinmeyen bir adamı, dünyalar değerinde bir kadının anlaması ve sarmasının etkilerinin kısa hikâyesi olarak Bründenbrüh Kızılhaç Hastanesi'nde yatan Hansbrugh Mortensen birader'in son duası notlarıdır. 
 
Ocak, 1713


 
Donuk zekâlı oluşu eskisinden daha çok üzülmesine yol açıyordu. Böyle bir cümleyi akıl etmesi bile mümkün değilken hele de bir süredir aklından geçiriyor olması bile ilginçti. Piskopos Antonio Evaristus’un kendisi hakkında söylediği bu cümle daha önce hiç umurunda değildi ama şimdi her şey çok farklıydı.
 
Şu ana kadar tüm hayatı, biraz da yapabildiği tek iş nedeniyle çan kulesinde geçmişti. Donuk zekâlı Zangoç Paspasilis’in yapabildiği ve zevk aldığı tek iş, bir tona yaklaşan ağırlığıyla 80 metre yüksekte asılı Berta isimli dev çanı çalmaktı. Bir süredir çan sesinde bir gariplik sezen Piskopos Antonio Evaristus, sanki eskisinden daha coşkulu gelen sesleri pek hayra yoramıyordu. Hasta olsa böyle olmazdı, aç olsa böyle olmazdı, sinirlenmesi de mümkün değildi çünkü neye kızılıp kızılamayacağının farkına varamazdı. Dili sürçüp tövbee tövbeee diyerek konuyu düşünmeyi bıraktı.
 
Paspasilis, cümle yerinde ise hayatın ne olduğunu sanki daha yeni farketmiş gibiydi. Merdivenlere çıkar, Berta’ya bağlı kalın halata uzaktan atlayıp tüm ağırlığını aşağı doğru bastırırdı. Ağır çan asılı olduğu ahşaptan çıkan gıcırtılar eşliğinde nazlı bir gelin gibi ileri geri hareket etmeye başlar, kalın bronz gövdesinin içinde bir dili andıran tokmağı kenarlara vurdukça sesi kilometrelerce öteden duyulurdu.
 
Her şeyin en iyisini bilen Piskopos Antonio Evaristus bir keresinde çan kulesine gelmiş, yukarı doğru bakarken “Tıpkı Holştayn Baronesi Boyunsuz Evangela’nın ağzına benziyor, sesi de aynı! Tövbee Tövbeee!” diyerek gitmişti. Kadın sesi dedikleri demek böyle bir şeydi demişti kendi kendisine. O cümleleri duyması sonrası kadınların ağızlarının kocaman olduğunu düşünmekten kendisini alamıyordu. Kocaman bir ağız ve içinde de kocaman topuzlu bir dil. Bu düşünceleri ne kadar uzun zaman zihninde tutmuştu ya da bu konuşma ne zaman olmuştu, dün müydü yoksa geçen yıl mıydı ya da on yıl önce mi olmuştu bir türlü karar veremedi.
 
Bazen aklına taktığı ya da kendisine ilginç gelen olayları yıllarca hergün tekrarlama, ölmüş anları tekra tekrar yaşama alışkanlığı vardı. Bütün bu durumlar son ayin sırasında kiliseye gelen Bölge Valisi’nin kızı Prenses Silexia’yı görene kadar hep böyle devam etmişti. Bilmediği ve söyleseler de anlamayacağı bir nedenle Silexia çan kulesini ve Berta’yı görmek istemişti. Yanlarında birkaç kişi ile kuleye girdiklerinde, Zangoç Paspasilis halata atlamak için merdivenlere çıkıyordu ki sesleri duyunca dönüp neredeyse komik bir şekilde saygıyla eğilerek selam vermişti. Ömrü billah kuleden çıkmadığı ve kadın görmediği için Silexia’yı melek sanmış, ellerini kavuşturup dizlerinin üzerine çökerek yarım yamalak bildiği “Melekler Bizi Korur” duasını okumaya başlamıştı. Onun bu halini görenler arasında bir kişi dışında herkes,  komik hali ve yaratılıştan aptal görüntüsü yüzünden kahkahalar atmışlardı. Gülmeyen ve belki de sadece kalbi değil tüm varlığı merhamet dolu olan Silexia’ydı. Zangoç Paspasilis’e yaklaşıp hayatında duyduğu en güzel sesle “Demek sevgili Berta’yı siz çalıyorsunuz” diyerek ellerinden tutup ayağa kalkmasına yardım etmişti. Bu anlar Paspasilis’e işkence gibi gelmişti. Bu yeni yaşam formu ki kendisine göre o bir melekti ya da bir masal perisiydi, hatırlanması çok zor detaylara sahipti. Küçük güzel ayakkabıları, süslü elbisesi, ışık saçan elleri ve yüzü, hele o sesi. Donuk zekâlı olması kendisini daha önce hiç bu kadar üzmemişti. Tüm bunları nasıl hatırlayacaktı?
 
Günlerin artık nasıl geçtiğinin farkında değildi, hatırlayabildiği şeyler aslında her tekrar edişi ile eksiliyor, başka bir şeye dönüşüyordu. Buna rağmen değişmeyen, unutmadığı tek bir şey vardı: o sıcak ve merhametli davranış, bunu ancak bir melek böyle yapabilirdi. Bunu tekrarladığında mutluluktan diz çöküp “Meryem Ana Her Şeyimiz” duasını okumaya başlıyordu. Meryem Ana’nın kim olduğunu ya da dua denen şeyin her seferinde değişmez bir şey olduğunu bile bilmeden, derin bir mutlulukla Tanrı’nın önünde küçülüyordu. Hissettiği şeyin ne olduğu konusunda en ufak bir fikri olmadığı gibi güçlü bir bedende yaşasa da zekâsıyla aslında  5 yaşında bir çocuktan farkı yoktu. Silexia kendisiyle konuştuğunda ona hiçbir şey söyleyememişti.  Hem hiçbir şeye benzetemediği o güzellik karşısında insanın dili tutulmaz mıydı. Bunun için çok akıllı olmanın da bir önemi olamazdı. Bir yanıt verememiş olduğu için kendi kendine çok içerlemişti. Keşke şunu deseydim, keşke bunu deseysim cümleleri dilinden çıksa da bir türlü sonrasına ne ekleyeceğini bulamıyordu. Çalışmayan kafasını bazen ellerinin arasında sıkıyor ya da kulenin duvarlarına vuruyordu. Bunlar ne kadar sürmüştü, birkaç kez [aslında tamı tamına 713 kere] Piskopos’a o meleğin ziyaretini sormuş ne zaman olduğunu öğrenmiş ama unutması için birkaç saniyenin geçmesi yetmişti. Yüzüne baktığında çok tanıdık gelen bir şey hissetmişti, o harika duygu neydi? Bu cümleleri kafasından yine bir türlü çıkaramadığı birgün, akşam duasını haber vermek için çana atlarken aniden meleğin kendisinde çağrıştırdığı şeyi buluverdi. Havada kalın halata doğru uçarken, buldum, buldum diye bağırmıştı. Halata asıldığında ağır Berta’nın asılı olduğu ve belki bin yıl önce ölmüş yorgun ahşap, orta yerinden kırılmış, neşe içerisinde halata asılmaya devam eden Zangoç Paspasilis, duyma güçlüğünün de etkisiyle,  neredeyse bir tonluk çanın kendi üstüne doğru geldiğini anlayamamıştı..

28 Kutsal Kutu    14.08.2024

Haçlı Şövalyeleri’nin Suriye'de bulunan Al-Vakkadi kalesinden getirdikleri kutunun içindekileri kimse tahmin edemiyordu. Bazen kutsaldan uzak durulması gereken anlar da vardı. 

Ortabatı Corumkshire Baronu Alphonse yönetimindeki küçük ordu, Malta adasına ayak bastığında, Ada'daki St.Paul Katedrali baş rahibi tarafından kutsanmışlardı. Çoğu at hırsızı ve işleri güçleri yaşlı genç demeden adam kesmek olan tepeden tırnağa zırhlı bu adamlar, din söz konusu olduğunda İsa Hazretlerinin şahitliği adına birer kuzuya ve ani bir hareketle de kasaba dönüşüyorlardı. Fazla büyük olmayan ve görünüşüyle de dikkat çekmeyen küçük bir kutu, kutsandıktan sonra, kırmızı kadifeden bir kumaşa sarıldı ve onu katedrale götürecek şaşalı papalık arabasına yerleştirildi. Belki elli yıldır araba çeken yaşlı eşek Malta'nın taş döşeli yollarında ağır ağır ilerlerken, kutsal bir yük taşıdığından habersizdi, yaşam onun için sadece ağırlıktan ibaretti. Doğal nedenlerden dolayı kutsaldan muaf olması, yaşlı eşeği, insan dünyasının o karmaşık ve kime neye faydası olduğu da bilinmeyen hengamesinden kurtarıyordu. Küçük bir taşa takılan tekerleği, biraz daha yüklenerek engelden kurtardığında, içi üzüntüyle dolmuştu. Nereye dönsen kutsalla burun buruna kalınan bir dönemdi ve bu durumun parçası olmak insanlar için hiç kolay değildi. Eşeğin çektiği arabanın iki yanında ellerindeki büyük kılıçlarla yürüyen Haçlı şövalyeleri, kıyıda gerçekleşen kutsamadan sonra ve Kutsal Papa'nın Kutsal Emri gereğince Malta Şövalyeleri olarak anılmaya başlamışlardı.

Kutsal kutu, katedralin bodrumunda örümcek ağı gibi yayılan uzun ve karmaşık koridorlardan birine bağlanan, sütunlu bir odadaki, ne için yapıldığını artık sadece Tanrı'nın hatırladığı büyük taş sandığın içine yerleştirildi. Katedralin hazine odası yerine, yeraltına yayılan kanal ve tünellerden oluşan bir ağın içinde, neredeyse bir saat süren yürümeyle ulaşılan, diğer onlarca belki yüzlerce odadan pek farklı olmayan bir odada muhafaza ediliyor olması biraz garip olsa da neredeyse iki yüzyıldır hem uğruna binlerce şövalye ve masum insan öldükten sonra ele geçirildiği için bu önlemlere pek şaşıran yoktu. Zaten şövalyelerden birisi; geçilen tünelleri, odaları, rahip mezarlarını, kayaya oyulmuş zemindeki su kuyularını, duvarlara paralel giden su kanallarını, havalandırma açıklıklarını bir haritaya işaretliyor bir yandan da 5 kişiden oluşan grubu yönlendiriyordu.

Gruba dahil edilen genç papaz, tünele girdikleri andan itibaren bildiği bütün duaları okumaya başlamıştı: Tanrı Bizim Babamız, Meryem Ana Bizi Kutsa, Işık Karanlığı Yenecek, Sen Bizi Bir de Cennette Gör ‘den oluşan bir dua setini bittikçe başa dönüp tekrar okuyordu. Karanlık, nem, bitmeyen yürüme, tünellerin duvarlarındaki su kanallarından akan suyun sesleri, günlerdir gemide kalmanın yarattığı zayıflık ve açlık yüzünden şövalyeler hem bitkin ve Tanrı'nın gücüne gitmesin bıkkın haldeydiler. Nihayet emanet taş sandığa konmuş ve işleri bitmiş, sandığın yeri, sadece tek kopyası olan haritaya işlenmiş geri dönüyorlardı. 

Bilmedikleri bir yere gidenler hep yaşamıştır, dönüş daima gidişten daha kısa sürmüş gibi gelir. İnsan beyni ilginç ve bilinmeyen bir şekilde zamanı ve mesafeyi ölçer, gidiş ve geliş arasındaki fark, aslında hedefe ulaşmanın beyinde yarattığı o ilginç tatmin hissinden kaynaklıdır. İçlerindeki rahatlama hissi ile geri dönerlerken, eğer görülebilseydi, bu ölüm makinelerinin yüzlerinde, mutluluk belirtisi olarak algılanabilecek, kendilerine de pek tanıdık gelmeyen bazı kas hareketleri oluyordu. Emaneti bırakmaya giderken okunan duaların yerini, Şövalyelerden birinin Antakya'da yaptıkları bir kıyım zamanında öğrendiği, terbiyeden uzak erotik bir şarkı almıştı. Berbat ve detone bir sesle söylenen; Rosa isimli bir bayanın gamzeli bacakları ve beyazlıkta fildişi ile yarıştığından dem vurulan diğer uzuvları hakkındaki uzun şarkı, genç rahibin de ilgisini çekmiş görünüyordu. Şarkının iğrençliği, söyleyenin anırmaya yakın Cuccozgat Bölgesi tarzı, ilginç bir şekilde grubun iyice keyiflenmesine neden olmuştu. 

Böyle adanmışlık kokan zamanlarda, felaket, o kendine has ilahi görev anlayışı ile geliyorum bile demeden gelmek gibi bir özelliğe sahiptir. Şarkının en can alıcı dizelerine gelindiğinde;  ....üstünde küçük bir bez parçası......, ......o derin vadideki çiçeği... ...; grup lideri ile birbirlerine yaptıkları şakalarla herkesi güldüren şehlâ şövalye Marsilyalı Jean-Claude, kılıcının ucunu ama sadece ucunu, tikleri ile meşhur grup liderinin koca götüne değdirmişti. Hiç beklemediği bir anda hem de en kıymetli yerinden böyle bir taarruza uğrayan Pierre D'Lombargini, ...anayın.... diye aniden sıçrayarak geri dönmüş, elinde tuttuğu belki 500 yıllık deri haritayı önce sağa sola sonra da o şehla pislik Jean-Claude'un kafasına vurmaya başlamıştı. Bir yandan gülerken diğer yandan da onları ayırmak isteyenler ellerinde tuttukları meşalelerin kontrolunu yitirmişler, bu kargaşa içinde nasıl olduysa deri haritayla birlikte genç rahip alev almıştı. Şövalyelerin durdurmak için araya girilmesi, rahibin alev alması, ağır çizmeli kocaman bir ayakla kıçına yediği tekme sonucu rahibin kanal içine uçurularak söndürülmesi çok kısa bir sürede gerçekleşmişti. Eğer bilselerdi; ışık hızı ya da nano saniyelerden bahsedebilirlerdi. Bu anlamadıkları ve ölçmeleri de mümkün olmayan sürede yapmayı unuttukları tek şey haritayı söndürmek olmuştu. Birden bu durumu fark edip hep bir ağızdan harita dediklerinde, Pierre yarısı çoktan yanmış haritayı su kanalına sokup söndürmeyi akıl edebilmiş ancak harita akıntının gücüne kapılıp elinden kurtulmuştu.

Üç ay sonra: Gizli tünellerin ve kutsal emanetin konduğu odanın tek kopya olan haritasının; şeytanlarla ve kötü ruhlarla yapılan bir mücadele sırasında şeytanların ağzından çıkan alevler nedeniyle yandığı, buna ek olarak bir rahiple iki şövalyenin de vücutlarında yanıklar olduğunu bildiren bir mektup Papa hazretlerine okunuyordu. Korkudan herkesin kanının donduğu salonda, haberi dinleyen Papa hazretlerinin, sakince kafasını çevirip dışarıdaki göl manzarasına derin derin bakarken, bu şeytan meytan işlerini en iyi bilen kişi olarak, Latince ".....qodumun salakları" dediği rivayet edilmiştir.


29-ŞÖVALYE EĞLENCESİ    16.08.2024

Şövalye Arnaud'u gemiden bir sedyeyle indirdiler. Neredeyse 2 metrelik bir dev olduğu için sedyenin özel olarak yapılması gerekmişti. İki yana dizili 10 kişi tarafından büyük bir saygıyla taşınıyordu. Kutsal Sandığın getirilmesinin üzerinden neredeyse 25 yıl geçmişti. Ne zaman Suriye'den limana bir gemi yanaşsa beraberinde bir felaket taşımasına alışmış olanlar için sıkıntı, bu sefer sedyede ve üstelik tek bacağı da kopuk olarak gelmişti. 

Kimse getirilen tek bacağı kopmuş şövalyenin hikayesini bilmiyordu ama sedye sonrası gemiden indirilenler herkesin ilgisini çekmişti. Katedrale giden yolun iki tarafında bulunan evlerde oturan baştan aşağı karalar giymiş kadınlar, camlardan sarkmış, sedyenin peşinden St. Paul katedraline doğru ilerleyen; canlı hayvanlar, küplerle şaraplar, kurutulmuş etler, halılar, kilimler, hecin develeri, domuzlar, çuval çuval tuzdan oluşan uzun bir konvoyun geçişini izliyorlardı. Bitmeyecek gibi görünen konvoyu izleyenler arasında 25 yıl önce kutsal kutuyu taşıyan, eşekte vardı. Kıyıdan yükselen boş ve yeşil arazide otlarken sesleri duymuş ve ağzındaki bir tutam otu çiğnerken kafasını çevirip o yöne bakmış, kısa süreli bakış, kuyruğunu sallayarak yaptığı bir izlemeye dönmüştü. 

Bir bebek gibi özenle taşınan hasta katedralin de içinde bulunduğu manastırdaki revire götürülmüştü. Kopan bacağı hemen dağlanmış ancak sonradan kaptığı enfeksiyon şövalyeyi ölümün kıyısına kadar getirmişti. Revirde hastayı inceleyen hekim ve yamakları, yarayı temizlemekten başka bir şey yapamayacaklarını, dua etmekten başka bir şey kalmadığını baş rahibe söylediler. Adaya ayak bastığı için [mecazen de olsa] artık Malta Şövalyesi sayılan zavallı adama büyük bir sempati besleyen baş rahip, acilen büyük bir dua tertiplemiş, düşündüğünden de coşkulu geçen dua sonrası toplanan para sayıldığında, sempatisi daha da büyük bir sevgiye dönüşmüştü. Ne kadar sürdü bilinmez, hekimlerin itinalı ilgisi ve kuşkusuz duaların da yardımı ile şövalye ölüm tehlikesini atlatmış ve kendine gelmişti.

Baş rahip; Papa hazretlerine ağdalı övgülerle başlayan bir mektup yollayarak durumu açıklamış, dualarla gelen mucizeyi uzun uzun ve bir taşra bürokratının o abartılı inceliği ile anlatmıştı. Ada ve şövalyelerine karşı artık tam hatırlayamadığı bir nedenden ötürü kızgın olan Papa, konu mucizeye gelince şöyle bir durmuş, şövalyenin bacağının hikâyesi kendisine daha önce rapor edildiğinden, tam 25 yıl önce yaptığı gibi dışarıdaki göle doğru bakarak bir kardinaline, kardinal bir başpiskoposa, başpiskopos bir rahibe, rahip tekmelediği birkaç yamağına emirler yağdırmış ve derhal kendisine dualı bir takım elbise, iç donu, koşum takımları ile bir at, işlerini yapabilmesi için bir uşak, Po Ovası'ndaki Piacenza köyünde 100 dönüm arazi ve 1000 altından oluşan bir emeklilik ikramiyesi hazırlanmıştı.

Papalık habercisi yanında kalabalık bir heyetle limanda gemiden indiğinde, o alışıldık sahne tekrar edilmiş, heyet, halk tarafından katedrale kadar izlenmişti. Bu sefer tek farklılık, eşeğin bir kere bile dönüp bakmaması olmuştu.  

Heyeti ağdalı bir abartıyla karşılayan rahip, papa hazretlerinden başlamak üzere Roma kilisesinin bütün babalarına küçük bir kayık, aslında orta boy bir gemiyi dolduracak kadar övgü yağdırdıktan sonra, heyeti tören için ana toplantı salonuna almıştı. Kendisi için, adadaki bir marangoz tarafından yapılan protez bacağı ve elindeki demir bastonu ile yavaş yavaş yürüyerek salona giren Şövalye, herkesin o merhamet, saygı ve sevgi dolu bakışları eşliğinde, oturma sıralarının en önünde yerini aldı. 

Baş rahipten aşağı kalmayan bir hitabet yeteneği olan Papalık Rahibi, uzun bir dua töreni düzenlemiş, bitmeyen ve peş peşe eklenen uzun dualardan sonra Aziz papa hazretlerinin mektubu okunmuş, İsa'nın kahraman askerinin din yolundaki kavgası ve başarıları hakkında uzun bir nutuk faslı başlamıştı. Nutuklar bitince papalık hediyeleri kendisine sunulan şövalyeden başlamak üzere, o sırada aldığı dişi kokusu nedeniyle içli içli anıran eşek de dahil olmak üzere; adadaki, Akdeniz’in batısındaki ve neredeyse tüm evrendeki canlılar kutsanmıştı. 

Törenin ertesi günü limanla manastır arasındaki otlağa doğru bakanlar, şövalyenin otlayan eşeğin yanında ağaca yaslanmış oturduğunu gördüler. Bir yandan eşeğe havuç yediren bu zavallı kader kurbanının, merhamet dolu olduğunu düşünüp içlendiler. Hatta bazıları istavroz çıkarıp incinmiş ruhu için dua da etti. 

Arnaud, eşeğe havuç yedirirken bir yandan da başına gelenleri hatırlamaya çalışıyordu. Olanlar diye gözünün önüne gelenler aslında çevresinde anlatılardan başka bir şey değildi. Anlaşılan savaşırken başına aldığı bir darbe nedeniyle hafızası bir daha geri gelmeyecekti. Derin bir nefes aldı ve İsa hazretlerine şükretti, muzaffer ve artık zengin bir asker olarak kalktı, yatakhaneye doğru gitti.

Tüm bu olan bitenden 2 yıl önce, Papa hazretlerinin Suriye'deki gizli ekibinden gelen bir rapor, hışmından da korkan baş kardinal tarafından kendisine okunuyordu: Tel-Başariya Kalesi'nin ahırında yangın çıkmıştı. Mesele önce bir sabotaj sanılsa da yangın, 3 şövalyenin atların osuruklarını yakıp eğlenirken çıkmış. Panikleyen atlar ortalığı ezip geçmiş, 2 şövalye anında orada ölmüş biri de ağır yaralı ve bir bacağı kopmuş olarak kurtarılmıştı. Raporu dinleyen Papa hazretlerinin, başını çevirip dışarıda uzanan göle doğru bir süre baktığı, artık titrek ve tekleyen latincesi ile "......qodumun salakları…" dediği rivayet edilmiştir. 



Şu Ortodokslar olmasa, Pazar ayinlerini sevdiğini düşündü. İşin en güzel yanı da Roma Başpiskoposu [Papa] olarak töreni yürütmekti. Yine de Ortodokslar aklına gelince keyfi kaçar gibi oluyordu. Şu bitmeyen Baba, Oğul, Kutsal Ruh tartışması, Ortodoksların konuyla ilgili bir araştırma enstitüsü kurmalarına neden olmuş, Papa hazretleri onların kurduğu her bir enstitüye karşılık 3 enstitü ile karşılık vermişti.  Katolik Kilisesi’nin başı ve Tanrı’nın yer yüzündeki gölgesi olarak [Kral ne kadar da safsalak bir adam diye gülümsedi, sığır diye de ekledi], olayın özünü, anlaşılır şekilde 113 sayfalık bir mektupla açıklamış olmasına rağmen bu Tanrı’nın belası Ortodokslar anlamamakta ısrar ediyorlardı. Mesele kısaca şöyleydi: Kutsal Ruh Baba’dan, oğlu aracılığıyla çıkar ve oğluna girer, tüm formül buyken taş kafalılar dediği Ortodokslar Baba’dan çıkarak oğluna girdiği konusunda ısrar ediyorlardı [bu daha sonra yaşanacak olan; aşçı, uşak, şoför, mürebbiye ve bahçıvan paradoksundan çok ötelerde bir konuydu]. Ayin iyi geçtiği için konuyu düşünmeyi bıraktı ve bir hizmetkarın getirdiği dondurmayı kaşıklamaya başladı.

Dondurma, papalık yolunda başına gelen ilk mucizeden sonra en sevdiği yiyecek halini almıştı. Aslında yaşamında iki mucize vardı. 8 yaşında papaz olması için kiliseye verildiğinde, çocuk kafasıyla, Tanrı’yla arasının iyi ama kendisini oraya bırakan ailesi ile kötü olmasını anlamlandıramamıştı. Üzüntü dolu günlerde uzun ders ve temizlik saatleri dışında en büyük eğlencesi ahırdaki eşekle oynamaktı. Sırtına çıkıp uzun süreler uzanıp onunla ailesinden biri gibi konuşmaya bayılıyordu. Yoğun çalışma programı ve mutsuzluğu yüzünden, yavaş yavaş hareketlerinde ağırlaşma başlamış ve sonunda da hiç hareket edemez hale gelmişti. Manastırın hekimleri daha önce hiç görmedikleri bu durum karşısında çaresiz kalmışlardı. Tüm gün yatağında hareketsiz olarak tavanı seyrederken onu oyalayan tek şey, ailesini ve geldiği yeri hatırlamaya çalışırken ahırdaki arkadaşının anırmasını dinlemekti. Ateşinin arttığı bazı günlerde getirilen dondurma büyük bir merhamet duygusu ile bizzat Baş Rahip tarafından yediriliyordu. Minnettarlığını küçük papaz çırağının gözlerinden anlayan Baş Rahip, elini başına koyarak en içten dualarını onun için okuyordu. Hatta eğer hareket etmeye başlarsa tuvalet temizliği, mutfakta patates-soğan soymak gibi işlerden muaf olacağını İsa hazretlerinin önünde yeminle tekrar tekrar söylemişti. Hemen hemen herkes bir daha ayağa kalkamayacağına tamamen inanmışken ilk mucize gerçekleşmişti. Hekimlerden birisi yanında getirdiği renkli ilaç şişelerinden birisini, odadaki masanın üzerinde unutmuştu. Şişe kaç gün boyunca orada durdu bilinmez ancak küçük papaz çırağı gittikçe uzayan ve artık işkenceye dönen bu felç halinden bıkmış olacak ki birden şişedeki ilacın, kendisini kurtaracak ve bu duruma son verecek zehir olduğuna inanıverdi. Bu inanç halinin etkisi var mıdır yok mudur bilinmez ancak ateşlenip rüya gördüğünü sandığı bir esrime halinde; yataktan kalktı, güçsüz kalmış zayıflamış bacaklarıyla masaya doğru yürüdü, şişeyi eline alarak mantarını çıkardı ve içindeki sıvıyı bir dikişte içti. Müthiş güzel diye kendi kendine konuştuktan sonra rüyasında avluya çıktı, ahıra arkadaşının yanına doğru gitti. Eşek, arkadaşını görüp mutluluktan anırmaya başladığında küçük papaz çırağı yere yıkıldığını hissetti. Uzun saatler sonra bir rüya gördüm diyerek yatağında doğrulduğunda Baş Rahip mutluluktan hüngür hüngür ağlıyordu. Rüya sandığı her şeyin gerçek olduğunu, içtiği sıvının sirke olduğunu ve ahıra kadar gidip bayıldığını sonradan öğrenmişti. Tanrının sevgili kulu olarak, bu çocuğun özel olduğunu söyleyen Baş Rahip verdiği sözleri tutmuş ve küçük çömezi eğitim dışında her işten azat etmişti.

İkinci mucize ise ilki gibi bir hastalıkla ilgili değildi. Sicilya’daki Katanya kentinde Piskopos yardımcısı olarak hizmet ederken, Piskopos ’un kadın olduğu anlaşılınca görevden alınmış ve bir zamanların papaz çırağı, Papa Hazretleri tarafından yeni Piskopos olarak atanmıştı. İşte o andan itibaren de Roma Başpiskoposluğuna giden yolda hiçbir engel olmadan ilerlemişti.

Dondurmasını bitiren Papa hazretleri, altın kaşığı kristal cam dondurma kabına iki kere vurmuş ve gümüş tepsi üzerine bırakmıştı. Ellerini birleştirip şükür duası yapmak istediğinde gözü, parmağındaki neredeyse kedi ölüsü büyüklüğündeki som altın papalık yüzüğüne ilişti.  Her eşyası ahşap olan bir Tanrı oğlu Tanrı’ya durmadan dua etmelerinin nedeninin, aslında bu lüks yaşam ve eşyadan utanmak oluğunu düşündü. Dinde ve kilisede sadelik isteyen hareketleri içten içe haklı bulsa da dondurmanın hatırına duymazdan gelmeyi tercih ediyordu. Hem bu onu ne kötü bir Hıristiyan ne kötü bir Papa ne de kötü bir insan yapmıyordu. Bunları düşünürken, sakince kafasını çevirip dışarıdaki göl manzarasına derin derin baktı. İnsanlık için de dertlenmeye gerek yok çünkü İsa Hazretleri tüm günahlar için kendisini zaten kurban etti dedi. Yediği kocaman bir kâse dondurmanın verdiği rahatlık ve Como gölünün üstündeki tatlı esinti, dini konuları unutturup tatlı bir uykuya neden olmuştu. Rüyasında, kedi ölüsü büyüklüğündeki yüzüğü, üstünde basit bir kumaştan başka bir şey olmayan İsa Hazretlerine vermeye çalışıyordu.  

Papa hazretlerinin dolu bir mide ile şekerleme yapmaya başladığı anlarda, Lattakiya Limanı açıklarında harekete hazır halde demirlemiş büyük kadırga, daha küçük kayık ve kayık irisi araçlarla getirilen ganimetlerin yüklenmesini bekliyordu. Yaşlı kadırga, İki yanında dörder kürekçi tarafından çekilen 40 devasa küreği ile su üzerinde yüzen büyük bir kırkayak gibi görünüyordu. Uzun yıllardır bu işi yapan kaptan ve mürettebatı kendilerinden emin hareketlerle, yüklerin güverteye çıkarılması ve dengeli bir şekilde depolanmasını yönlendiriyorlardı. Son talan, Suriye'nin içlerinde Al-Bassa, Al-Hannadi ve Taytüzalaq kasabaları ile fazla riske girmeden yaklaştıkları Selâhâddin Kalesi çevresinde yapılmıştı. Yükte hafif pahada ağır ne varsa çalınmış, bunlara genç yaşta erkek ve kadınlar da eklenmişti. Tabii ki hepsinin de ailesi öldürülmüştü. Denizciler ne kadar sert görünürse görünsünler, bilmedikleri bir dilde sessizce ağlayan ya da yalvaran yolcularının haline hep acıyorlardı. Ağlamanın ya da yalvarmanın, kimse tarafından anlaşılmayan bir dili var mıydı?

Şanlı Hıristiyan dünyasının çeşitli yerlerinde köle olarak satılacak esirler geminin baş tarafına, ganimetler kıç tarafına, orta bölüme ise tüm bu zenginliğin nedeni olan şövalyeler ve atları yerleştirildi. İçlerinde Arapça, İbranice bilenler, esirleri susturmaya çalışırlarken atlara yem ve su veriliyor bir yandan da küçük açıklıklardan hava alan alandaki hayvan pislikleri temizlenmeye çalışılıyordu. Güverte nasıl ferah ve temiz ise depolar İnsan, hayvan ve dışkı kokularından oluşan bir cehennemdi. Yelkenler açılıp, kürekler çekilmeye başlandı, büyük kadırga denizin üzerinde kaymaya başlamıştı ancak gidecekleri yere yaklaşık olarak 3 hafta sonra ulaşacaklardı.

Böyle karmaşık bir yük ve kalabalığın, akla hayale gelmeyen sorunlara gebe olduğunu bilen kaptan kontrolu elden bırakmıyordu. Kadırganın papalık malı olması ve Roma denizcilik kanunlarının kaptana verdiği geniş yetkiler, gemideki yüksek rütbeli şövalyelere rağmen kaptanı tek adam yapıyordu. Emirleri çok kesindi, askerler asla içmeyecek, esirlerin bulunduğu bölüme karavana ve su verenler dışında kimse geçmeyecekti. Yolculuğun bu sert emirler altında ve düzenli bir şekilde devam etmesi, ikinci kaptan ve diğerlerini memnun etse de kaptan sadece şimdilik diyordu.

Felaketi beklemekten midir yoksa felaketin olacağından emin olmaktan mıdır bilinmez, 13 Mayıs gecesi geminin depolarında çok büyük bir kargaşa çıkmıştı. Aşağıya inip müdahale edebilmek mümkün olamamıştı. Çıkan yangın nedeni ile deliren atların kişnemeleri, halatlarını kopararak önlerine gelen her şeyi ezmeleri, duman, insanların çığlıkları aşağıyı tam bir cehenneme çevirmişti. Bir türlü söndürülemeyen yangın ciddi hasara yol açmış, güverteye çıkanlar dışında çok sayıda asker ve esir dumandan boğularak ölmüştü. Dev kadırga saatler süren insanüstü bir gayretle batmaktan kurtarılsa da ganimet diye alınan ve tümü Papalık malı olan kargosu tamamen yok olmuştu.

3 hafta sonra Brindisi limanına ulaşan kadırgadan hala dumanlar çıktığı halk arasında konuşuluyordu. Gemi kaptanı yangının yarattığı felaket biraz sakinleştiğinde hızlı bir şekilde soruşturmaya başlamış ve bir rapor hazırlamıştı.

Papa hazretleri olağan şekerlemelerinden birinden uyanıp gözünü açtığında özel sekreteri Kardinal Salvatore’yi elinde kırmızı rapor dosyası kendisine bakarken gördü. Bunun sonunun nasıl bittiğini bilse de yine de sordu: Tanrı’nın kuzuları yine ne yaptılar? Kardinal bir solukta, halkın, bir papalık gemisine Müslümanların saldırdığını ve yapılan savaşta çok sayıda kafirin öldürüldüğünü ancak kargonun tamamen yok olduğunu konuşup, gemideki herkesin birer kahraman olduğunu ağdalı kelimelerle hatta bir iki zevzek ozanın hemencecik yazdığı şarkılarla anlatmaya başladığını söyleyiverdi. Kardinalin yalan söyleyememek gibi bir kusuru vardı. Papa hazretleri de yalanı daha ağızdan çıkarken saldığı kokudan tanıyan bir adamdı. Başını açık pencereden tarafa çevirdi, bir eli çenesinde gölü izlerken; peki dedi anlat bakalım bu ulvi sıçkının perdelediği asıl hikâye nedir?

Papa hazretlerinin asla kül yutmadığını bildiği için 50 yıllık tanışıklıkları süresince ona bir kelime bile yalan söylememiş olan Kardinal Salvatore, olanları korku içinde ve bir nefeste anlatıvermişti: Cani şövalyelerden biri Taytüzalaq köyünde yapılan katliam sırasında gece mezarlıkta elinde kandille annesinin mezarını arayan küçük bir kızı görmüş, ona çok edepsiz bir muamele yaparak canını almış. 13 Mayıs gecesi gemiye gizlice soktukları kaç fıçı olduğu bilinmeyen şarapları içtikten sonra duyduğu vicdan azabıyla yatakhanede elinde kandil öldürdüğü kızı görmüş ve ondan kaçmak isterken paniğe neden olmuş, çoğu zil zurna sarhoş olan askerler birbirlerine girmiş, atlar paniklemiş, o hengâme arasında aydınlatma için kullanılan kandiller yere düşmüş, her yere saçılan kandil yağları alevlerin artmasına ve hızla yayılmasına neden olmuş. Tüm kargo da bu nedenle kaybedilmişti. Konuşmasını bitiren Kardinal Salvatore her zaman yaptığı gibi bir adım geriye çekilerek beklemeye başlamıştı.

Her kelimeyi dikkatlice dinleyen Papa Hazretleri, dönüp Kardinale şöyle bir bakıp, yaşlı adamların yaptığı gibi uykuya dalmadan önce yediği dondurmanın tadını hatırlamak için dilini üst damağına birkaç kez vurup, şap şap sesleri çıkardıktan sonra tekrar pencereden dışarıya bakıp Como Gölü’nü izlemeye başlamıştı.

Kardinalin dediğine göre Papa Hazretleri önce “vişne evet kesinlikle ” demiş ve sonra da eklemişti “…..qodumun salakları…”


31-YOLCULUK    17.08.2024

Ne Rahip ne Piskopos ne de Başpiskopos olduğunda Philippus Asinus adını verdiği arkadaşını unutmamıştı. Görevlendirildiği her yere onu da götürmek gibi bir huyu vardı. Roma Başpiskoposu yani nihayet Papa olduğunda, Philippus Asinus Papalık Eşeği olarak tarihe geçmişti. Nihayetinde saygıdeğer Papa olarak söyledikleri, İsa Efendimizin ağzından çıkanlarla aynıdır diyerek her şeyi kabul etseler de bir eşeğin Bologna Kardinali yapılması sanki biraz fazla olmuş gibiydi. Dünya pek umurunda olmayan Eşek Philippus; anırtısını sevmeyen birkaç yarı bunak kardinal, ısırdığı Ravenna Belediye Başkanı ve ne içindir bilinmez kovaladığı birkaç rahibeye ek olarak yeni bir düşman kazanmıştı: Eski Bologna Kardinali Maximus İdiotas.

Hırslı olduğu kadar da tam bir salak olan Maximus İdiotas, yaşadığı tenzili rütbe şokunu kaldırabilmiş gibi görünse de yerine bir eşeğin atanması son damla olmuştu. Tüm dini, tarihi, idari ve sosyal bilgilerini gözden geçirmiş ancak işin aslı bu konularda geçebileceği tek varlık I. Philippus Asinus olduğu için araştırmayı bırakmış ancak bir şeyi asla bırakmamıştı: izleyerek, zayıf bir anı yakalamak.

Eşek Philippus bir süredir özellikle de geceleri taş döşeli avluda bağıra bağıra dolaşıyor ve Papa hazretlerinin tüm ilgisine rağmen bir türlü bu yeni geliştirdiği huydan vazgeçmiyordu. Önce bir yalnızlık krizi olabileceği düşünüldüğü için kendisine birkaç Rus eşeği getirildi ancak ilginç bir şekilde dönüp yüzlerine bile bakmayınca hasta olduğuna karar verildi ve bu kez bir hekim çağırıldı. Papa hazretleri için çağırıldığını sana hekim, bu sınırsız ve sonsuz zenginlik kaynağına yakın olma hayalleri ile ayakları kıçına vururcasına koşarak gelmişti. Hastanın yanına götürüldüğünde kısa süreli bir şok yaşamışsa da profesyonel aç ruhluların yaptığı gibi bunu hiç belli etmemişti. Çalıştığı bölgenin yağlı bünyelerine alışık olan hekim, görür görmez Eşek Philippus'un rahatsızlığını anlamıştı: Gaz. 

Normal hallerde ineklerin yaşadığı bu sorun, otçul hayvanın kabusuydu ve eğer zamanında müdahale edilmezse genelde ölümle sonuçlanıyordu. Dışarı atılamayan gaz bağırsaklardan vücudun içine sızıyor, hayvanı hareketsiz bırakana kadar devam edip, iç organlarını sıkıştırarak büyük bir acı içinde ölmesine yol açıyordu. Hekim, artık hareketsizlikten sesi bile çıkmayan Eşek Philippus'un sırtına yakın bir yere usta hareketlerle bir delik açtı ve zavallı hayvanı felç haline sokan gaz dışarı atılmaya başladı. Açılan küçük delikten çıkan gazın yarattığı ses ve o koku; tüm ahırı, ahırın açıldığı taş döşeli avluyu, avlunun etrafına dağılmış binaları, binaların bulunduğu çevre duvarı içerindeki alanı, alanın içinde bulunduğu şehri, şehrin içinde bulunduğu ülkeyi ve bundan sonrası bir parça abartılıydı aslında, neredeyse tüm kâinatı kaplamış gibiydi. Dini bilgi seviyesi Maxsimus İdiotas'tan sadece bir tık iyi olan bunak kardinallerden biri, sağlıklı son beyin hücrelerini de bu koku ile yitirmiş; üstündeki cübbeyi, fanilayı ve donu çıkarmış çıplak vaziyette avluda sağa sola koşturuyordu. Eşek Philippus'u ölümün eşiğine getiren gaz nihayet bedeninden tamamen atılmıştı ki zavallı hayvan bir mutluluk serenadı olarak müthiş bir anırma performansı sergiledi. Bir sırtlan kadar aç gözlü ve bir akbaba gibi başkasının başına gelen felaketten yararlanmayı çok iyi bilen hekim, eşeğin yediği yem ve otlara şöyle bir baktığında olayın sebebini hemen buldu: saman içine karıştırışmış bodur İtalyan dağ kekiği. 

Matematik ya da en azından matematik düşünme konusunda Tanrı vergisi bir hediyeye sahip olan Papa Hazretleri, olayın nedeni kendisine söylendiğinde, sol tarafındaki pencereden, dışarıda ufka doğru uzanan göle bir bakış fırlatarak, hafif bir sesle dalgın ama kararlı şekilde şu cümleleri söylemişti: "Bodur İtalyan dağ kekiği yani qodumun Maximus İdiotas'ı."

Papa daha önce kendisine karşı yapılan neredeyse tüm kabahatleri görmezden gelip affetmişti. Hem sistem böyle çalışıyordu, tüm günahlar için kendisini feda etmiş bir patronun temsilcisi olarak affetmemek gibi bir lüksü de yoktu. Eşek Philippus'un karşı karşıya kaldığı sabotaj, Papa Hazretlerinin asla affedemeyeceği çok büyük bir hataydı. Papanın iki kırmızı çizgisi vardı dondurması ve en yakın arkadaşım diye büyük bir aşkla sevdiği Eşek Philippus'u. 

Papa ilerleyen yaşının da yarattığı endişe ile Philippus için bir emeklilik hediyesi olarak onu güvenli bir yere göndermeye karar verdi. Eşekleri ile meşhur Kıbrıs'ı gözüne kestirmişti. Kendi türünden bir sürü arkadaş bulacağını düşünüp, onun adına mutlu oluyordu.

Eşek Philippus, gece yarısı yapılan gizli bir operasyonla Kıbrıs'a gidecek olan gemiye bindirildi. Gemi dikkat çekmeyecek büyüklükteydi, acil durumlarda Papalık bayrağı çekme izni verilmiş ve kaptanı özellikle esir ticareti konusundaki uzmanlığıyla tanınıyordu. Eşek Philippus başına gelenleri anlamış bir insan gibi erdemli davranmış, hiç anırmamış kimseyi ısırmamış ama sağını solunu dürtüp kahkaha atan iki denizciye battal ölçekte iki çifte yapıştırmıştı.

Kargo açısından her şey yolunda görünse de aslında karanlık bir senaryonun hedefiydi. Eski Bologna Kardinali Maximus İdiotas amacına ulaşamadığı ilk sabotaj sonrası, Eşek Kardinal Philippus'u yakın takibe almıştı. Kendi mesleği ve işinde başarısız olmasına rağmen karanlık işler söz konusu olduğunda şeytanın bile imrendiği bir adam olan Maximus İdiotas bu özelliği nedeni ile berbat bir adam olan gemi kaptanını yakından tanıyordu. Eşek Philippus'u denize atması için kaptana 1000 altın ve içi en kalitelisinden şarap dolu 5 büyük fıçı göndermişti. Esir tüccarı kaptan, aşağılığın da ötesi bir mahluk olduğu için kendi planını biraz farklı yapmayı tercih etti ve yapılan tercihlerin hayatı nasıl etkilediğini de çok acı bir dersle öğrendi. Dersin adı I. Philippus Asinus'tu.

Şaraptan mı, denizcilerin balık yememelerinden mi yoksa sırf ipnelik olsun diye mi bilinmez, Piemonte bölgesi üzümlerinden yapılmış şarapla eşek eti yeme fikri çok cazip gelmişti. Marine edildikten sonra güvertede kızaran etin kokusunu burnunda hissettiğinde, ağzında biriken suyu güvertenin deniz suyu ve güneşten yanmış tahtalarına tükürdü. Olay en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı. Eşeği bağlamak için kalın halat, bıçaklar, etlerin asılacağı çengeller, büyük ahşap bir kasa ve bir oturuşta arka bacağını yerim diyen, farklı parçalarla menüsüne devam eden 25 orman kaçkını denizci. 

Yemekleri fena görünmüyordu, bir erkeğin kadın seyretmesi gibi izliyorlardı eşeği. Ot yemesi, su içmesi, neşeli neşeli anırması, olduğu yere sıçması, ayakta ya da bazen yere uzanarak uyuması sürekli gözaltındaydı. Eşek Philippus, nereye gittiğini bilmediği gibi başına ne geleceğinden de habersiz az önce anılan işleri yapıyordu. Dünyadan haberi olmadığı düşünülen hayvanlarda, insanların aklına gelmeyen bazı özellikler vardı. İçgüdü ve her an her şeye hazırlıklı olmak gibi. Papa ile yaptığı yolculuklarda insanlar hakkında epey şey öğrenmişti. Mesela kendisine tekme atmaya çalışan biri olmuştu, ya da güzel kokan insanlarla oynamak istemişti. Bu deneyimlerin sonuçları gerçi her zaman iyi olmayabiliyordu. Mesela o tekme atmaya çalışan adam başta iyi gibi görünse de sonunda götünden kocaman bir parça koparması gerekmişti. Burada kimseyi tanımıyordu ama babası da olsa ısırmaya hazırdı.

Gemi yelkenlere vuran havanın da etkisiyle suda güzel bir hızda ilerlerken, birkaç gündür yüzlerinde pis sırıtışlarla dolaşan kaptan ve mürettebat eşeğe arkadaşları gibi davranıyorlardı. Aslında bu durumda asıl eşeğin kim ya da kimler olduğu da tartışmaya açılabilirdi. İyice rahatlayan eşek, güneşlenmesi için güverteye çıkarıldığında hafiften havayı kokluyor ve bacaklarını açmak için sağa sola yürüyerek merakını gideriyordu. Yine böyle güzel geçen bir günün gecesi, gemi, onca yıllık varlığı içerisinde hiç yaşamadığı türden olaylara sahne olacaktı. 

Kopmaz dedikleri ağır halatı, görme engelli bir usta tarafından Buttrio çeliğinden yapılmış kısa ve uzun gövdeli bıçakları, akan kanı toplamak için ahşap kutuyu alarak büyük bir kalabalıkla güverte altında, I. Philippus Asinus'un bulunduğu yere indiler. Kendine güvenmek ve kendine inanmak'tan oluşan duygu halleri, insanı bazen çok derin bir fantezi alemine sokardı, gözden kaçan küçük bir detay her şeyin altüst olmasına neden olur ve insan bir daha o dünyadan çıkamazdı. Neredeyse uçarak girdikleri o fantezi dünyasında, cümle yerindeyse kilitli kalmalarına neden olacak detayın adı da işte Eşek Kardinal I. Philippus Asinus'tu.

Onca araç gereç, ellerinde meşaleler ve üzerlerinden buhar olup çıkan kan arzusuyla bir sırtlan sürüsünü andırıyorlardı. İşte Eşeğin de aldığı, o sırtlan kokusu oldu. Elinde halatla kendisine yaklaşan gemicinin ne yapacağını anlayan Philippus, 20 santimetre kalınlığında bir kapıyı bile parçalayabilecek güçte bir çifte savurdu. Halatlı tayfa, ne olduğunu bile anlamadan havada uçarken yanında sürüklediği 3 kişiyle birlikte ahşap bölme duvarına sümük gibi yapışmıştı. Yarı karanlık depoda ne olduğunu tam göremeyen, görseler de anlayamayan tayfalar, vücutlarında artık hayat eseri kalmamış arkadaşlarının yüzlerinde sıcacık bir gülümseme görmüşlerdi. Eğer onları anneleri de görseydi, aynı 3 yaşındaki saf halleri diye yemin ederdi. Halatçının devreden çıkması üzerine, bıçak dolu sepetten ellerine ne gelirse alarak eşeğe doğru hamle yaptılar. Kan donduran cinsten bir katliamdı ve her şey birkaç saniyede bitti.

Ancak bir bomba bu türden bir hasara yol açabilirdi ki henüz bomba nedir bilmiyorlardı. Allah ne verdiyse kalabalığa dalan Philippus, enseden mi ısırmadı, çiftelerle kafalar mı patlatmadı, bacaklar mı koparmadı, hatta birkaç tayfanın karınlarını patlatıp resmen içlerinden mi geçmedi. Neye uğradıklarını tam anlayamayan ve bir tür şok durumuna giren tayfaların ölü yüzlerinde ve gözlerinde, daha önce atmadıkları kahkahalar görünüyordu.

Bu garip kıyım anları bununla da sınırlı kalmamıştı, bir yandan ellerdeki ve duvarlardaki meşalelerle kandiller yerlere, duvarlara saplanmış çok büyük bir yangın çıkmasına neden olmuştu. 13 Mayıs gece yarısını gösterirken Innocenzia del Mare adlı köle gemisi, Malta Adası kıyılarında suya gömülmüştü.

Ne ahududulu ne böğürtlenli ne karpuzlu ne de kavunlu dondurma sıkıntısını geçirmediği gibi verdiği iki cadı yakma emrinin de bir faydası olmamıştı. Philippus’un gemisinden haber alamadıkça Papa Hazretleri daha da geriliyordu. O kadar asker, gizli haber alma birimi, posta teşkilatı hiçbir şey işe yaramıyordu. Bu kalabalığın içinde tam kendisini Hıristiyancılık oynayan bir çocuk gibi hissetmeye başladığında haber nihayet gelmişti.

Innocenzia del Mare adlı gemi, Malta açıklarında uğradığı hain saldırı sonucu batmıştı. Kahramanca savaşan tayfalardan sadece biri kurtulabilmişti. Kendilerine büyük bir Müslüman kadırgasının saldırdığını ve ateşlediği toplarla gemiyi parçalayarak batırdıklarını büyük bir heyecan ve korku ile anlatmıştı. Tayfayı bizzat dinleyen Papa Hazretlerinin, başını çevirip dışarıda uzanan göle doğru bir süre baktığı, sağ gözünden bir damla yaş akarken, artık titrek ve tekleyen latincesi ile "Müslümanların kadırgası mı var .....qodumun salakları…" dediği rivayet edilmiştir. 


32-SAHTE KAHRAMAN    17.08.2024

Heyetler her zaman limandan St.Paul Katedraline yürürken bu sefer tam tersi istikamette ve tozu dumana katarak gidiyorlardı. Pencereden yarı bellerine kadar sarkmış olarak, Tanrının cezası dedikleri erkeklerin hareketlerini izleyen, baştan aşağı karalar giymiş doğuştan meraklı ihtiyar kadınlar; ekşimiş ifadeleri ve her zaman yargılayıcı olan bakışlarını sağdan sola yerine bu sefer soldan sağa doğru gezdirmişlerdi. Aynı şeyleri belki bin kere ve aynı anda büyük bir uyumla yaptıkları için, düzleşmiş yorgun boyun kemiklerinden gelen sesler de birbirine benziyordu. 

Aceleyle limana ve kıyıya doğru seğirtmiş grubun önünde Tanrım, Tanrım diye bağıran Baş Rahip vardı. Acelesi ve vücut hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla ya çok önemli biri gelmişti ki bunların önemli kişileri hiç bitmezdi ya da gerçekten ilginç bir durum vardı. Meraklarından çatlasalar da bu hengameye neden olan "şeyin" de nihayetinde yine bu rotayı izleyeceğini bildiklerinden, hemen hemen hepsi de pencerelerinin arkasında duran sallanan sandalyelerine tünemişlerdi. Somurtkan yüzleri ve sarkmış yanaklarıyla, yıllanmış şaraplarını yudumlayıp, adanın gurur kaynağı olan biberli keçi peynirlerinden birer ısırık aldılar.

Gece yarısından sonra ada açıklarında bir geminin yandığını ve karanlık sulara gömüldüğünü görmüşlerdi. Herkesin öldüğünü düşünürken, vücudu kıyıya vuran bir adamın hala yaşıyor olduğunu öğrenmişlerdi. İşte tüm acelenin nedeni de buydu. "Tanrım bu ne saf ve temiz bir yüz, hele şu sıcak gülümseme de neyin nesidir?" Limandaki bir balıkçı kulübesine taşınmış adamın yüzünü gören herkesin zihninden, yaklaşık olarak böyle şeyler geçmişti.

Durumun potansiyel mistik imkânlarını ışık hızıyla fark eden ya da döneme uygun ifade edilecek olursa ayıkan Baş Rahip, önüne gelen herkesi din kahramanı ilân etme alışkanlığının da etkisiyle, yaralının hemen manastıra taşınmasını emretti ve az önce anlatılan konvoy sahnesi, alışıldık yönde yani manastıra doğru gerçekleşti. Sadece taş döşeli yollar değil sahnenin bütünü hâlâ aynıydı. Yolun iki tarafında sıralı her evin ikinci kat penceresinde; baştan aşağı karalar giymiş, sokağı, hatta tüm adayı şarap ve biberli keçi peyniri kokusuna boğmuş ihtiyar kadınlar da yerlerini almışlardı. 

Bu alandan geçerken gözleri hep kapalı yürüyen Baş Rahip, kadınlara bakmıyor oluşu ile bütün herkesin saygısını kazanıyordu. Oysa gerçekte olan bundan biraz farklıydı. Haklarında her zaman sesini kısarak konuştuğu ve lânet karga sürüsü dediği bu ihtiyar kadınlar arasında birinden ödü kopuyordu. O aşağılayıcı bakışlarını görmemek için gözlerini kapatıyor, cadı olduğuna inandığından, her yürüyüşte en önde battal boy bir haç taşıtıyordu. Heyetin dönüşü ile gerekli bilgiyi edinmiş olan yaşlı kadınlar birliği, bir dahaki nümayişe kadar sandalyelerindeki yerlerini almışlardı. Nasıl olsa bu salakların tek mesaisi Kilise ve Liman arasında olup bitiyordu. 

Manastır revirine götürülen sıcak gülümsemeli adam, hekimlerin özeni ile tımar edilmiş günden güne daha da düzeliyordu. Kendisine bir kahraman gibi davranılması kafasını biraz karıştırsa da ruhsuz ve merhametsiz insanların kendine has kıvraklığıyla duruma ayak uydurmayı başarmıştı. Kahramanlarının, gördüğü kabuslar yüzünden yataktan fırlamasına çok üzülen manastır ekibi, savaşın ne kadar kötü bir şey olduğundan dem vurup histerik hareketlerle diz çöküp dua okuyordu. Hayatında kendisinden başka kimse için kılını kıpırdatmamış denizci, arkadaşları ve gemileri için abartıyla ağlayıp, apsis duvarında asılı, kim olduğunu bile bilmediği bir adamın önünde diz çökerek dua benzeri bir şeyler fısıldıyordu. Birkaç kere, acınası bir merakla başka kurtulan var mı diye sormuş ancak aldığı yanıtlardan pek tatmin olmamıştı. Soruları; Hiç kimse mi? Hiçbir şey mi? diye devam ediyor, dilinim ucuna kadar gelse de eşeği soramıyordu.

Bir denizci olarak, Akdeniz'i boydan boya geçtiği onca yılda bir sürü canavar hikayesi duymuş, canavara benzeyen bazı su canlılarını kendisi de görmüştü ama bu eşek hepsinin de üstüne tüy dikmişti. Hatırlayabildiği son şey; bacağını ısırıp, havada savurduktan sonra ahşap merdiven korkuluğunu söküp kafasına geçirmesi olmuştu. Eşek neyse de hiçbir canlının bu kadar hızlı hareket edebileceği aklının ucundan geçmezdi. Bazen tüm bu olanların bir tür rüya olduğunu düşünse de vücudundaki diş ve nal şeklindeki çürükleri gördüğünde, o geceyi tekrar tekrar yaşıyordu. Şeytanı gördüm diyordu rahiplere. Yüzünde ve gözlerindeki korku o kadar geçekti ki rahipler hep birlikte diz çöküp; Cennetteki Babamız Bizi Koru ve El Eleyiz Cennetteyiz dualarını bağıra bağıra okuyorlardı.

Adada bu şeytan hikâyesine inanmayanlar kolayca tahmin edileceği gibi baştan aşağıya karalar giymiş kadınlardı. Biberli keçi peyniri üstüne şaraplarından birer yudum alıp, Şeytanı arıyorsanız aynaya bakın diyorlardı.

 

 


33- Isodora Abollene    26.09.2024

Maximus İdiotas'ın zevkten dört köşe olup, Innocenza del Mare'nin battığı yere gitmek için yola çıktığı anlarda, Malta Adası'ndaki baştan aşağıya siyahlar giymiş kadınlar şaraplarını yudumlayıp biberli keçi peynirlerini yiyorlardı. Bir odun duyarlılığına sahip Maximus İdiotas, halef-selef hukuku diye bir şey yumurtlayarak Malta ziyaretini haklı çıkarmaya çalışmıştı. Asıl niyeti ise geminin battığı yere giderek, Tanrı'ya şükranlarını sunmak ve denize yükte ve pahada ağır altın bir haç atmaktı. Boş işler uğruna servet harcayan bu adamların ortak özelliği, gözünün önünde biri açlıktan ölse bile kılını kıpırdatmamaktı. Dondurma ve eşeği dışında hiçbir şeyi sevmeyen Papa Hazretleri, durmadan sızlanan bu ağaç kabuğu kadar boş adama, sırf yaptıklarından haberi yokmuş görüntüsü vermek için izin vermişti. Maximus İdiotas gibi kendini akıllı sananların en büyük hatası, kibirle büyüyen burunları nedeniyle önlerindeki aklı göremiyor olmalarıydı. 

St. Paul Katedrali Baş Rahibi Anti Basil, bu görevi neredeyse 50 yıldır büyük bir başarıyla yürütüyordu. 'Büyük başarıyla' bölümü onun söylemiydi ki Malta Adası'nın entelektüel seviyesi -en azından erkekler söz konusu olduğunda- akılları ermeyen her konunun mucize ile olan ilişkisinden ibaretti. Kilise ve kirli uzantısı olan engizisyonun Tanrı'dan daha korkunç olması, herkesin bu yarım beyinli adama katlanmasının tek nedeniydi. Böyle boş adamların çekindiği, mümkünse karşılaşmak istemediği kadrolu bir düşmanı olurdu. Anti Basil'in kadrolu düşmanı, adına şeytandan da önce lanetler yağdırdığı Isodora Abollene'ydi.

Güldüğünü hatta gülümsediğini bile kimsenin görmediği Isodora Abollene'nin kendisi de kaç yaşında olduğunu bilmiyordu. Zaten O'na göre Tanrı'nın sonsuzluğunun yanında yaştan söz etmek büyük bir ayıptı. Bunu büyük ve gerçek bir imanla söylese de çektiği acılara bakılırsa binlerce yaşındaymış gibi hissediyordu. Onunki, yılda bir alınan yaşlardan değildi, her acıyla birlikte, bir yöne doğru büyür görünse de acının ağırlığından küçülenlerdendi. Adını bilmediği bir kadın ozanın dizelerini tekrar ediyordu: "İçimdeki dağı yitirdim, Bağışla ve kanıma gir.." Baştan aşağıya karalar giymiş, yanakları sarkık ekşi suratlı Isodora Abollene, koca Ada'nın ilahî kadrolu sağduyusu olarak, Baş Rahip'ten başlayarak tüm erkekleri korkudan titretiyordu.

Baş Rahip Anti Basil, tüm sığır ruhlular gibi son derecede talihli doğanlardandı. Zengin bir ailenin tek çocuğu olarak doğmuş, tüccarlıkla birlikte zenginliklerini korumak isteyen ailesi tarafından dini eğitim aldırılmıştı. Az sayıdaki bazıları zenginliği Tanrı'da bulurken, Anti Basil gibileri de zenginliklerini korumak için Tanrı'yı bulanlardandı. Hani kendisini tanımayan birisi ne iş yaptığını sorsa ve şöyle doya doya zenginim diye yanıtlayabilseydi. Bu yarım beyinli adamın, hakkında konuşabileceği tek konu zenginliğiydi. Tanrı adamı olarak zenginliği garantide olsa da entelektüel kısırlığının yarattığı ölçüsüz hırsı nedeniyle yaptığı bir hata, Isodora Abollene ile yollarının kesişmesine ve doğru ifade edilebilirse, bir daha da ayrılmamasına neden olmuştu.

Malta Adası, sahip olduğu nüfusu, denizden elde ettiklerine ek olarak tarım ve hayvancılıkla besleyen sakin bir yerdi. Sakinlik yaratıcılığı besleyebildiği gibi işaret edilen zekâ seviyesi ile felaketlere de yol açabiliyordu. Manastır Malta Şövalyelerinin himayesinde son derece rahat bir hayat sürüyordu ama dini açıdan son derece hareketsiz ve renksiz bir yerdi. Akdeniz'de şeytanın bile uğramayı unuttuğu bu yerde, manastırın altındaki tünellerde saklanan dini hazineler -ki çoğunu artık bulmak mümkün bile değildi- dışında hiçbir şey yoktu. Harcanacak şeyi bulmak çok uzun sürmemişti. Ada'daki herkesin hastalığını iyileştiren; bu işi de annesinden, annesinin kendi annesinden onun da kendi annesinden öğrendiği kadim tekniklerle yapan Isodora Abollene.  

Geçmişte, kadın ve erkeklerin, birbirleri ile kedi ve fareler gibi savaştıkları dönemler olduğu söylenir. Burada bahsedilen savaş, toplu tüfekli ya da döneme uygun düşecek şekilde kılıçlı ya da oklu değildir. Bu gizliden gizliye yürütülen bir iktidar kavgasıdır. Bir zamanlar anaerkil diye tabir edilen düzende; büyük, büyük, büyük, daha da büyük, en büyük annelerimiz ortalıkta eli cebinde [!] dolaşan erkeklere ne yaptılarsa, iktidarı ele geçiren erkekler kadını sosyal hayattan uzaklaştıracak bir sürü enstrüman geliştirdiler. Evde, kapalı mekânda yaşamaya zorlamalarına ve diğer şeylere hep uygun kılıflar yaratılmıştı. Evinden çıkmayan, insanların ve dolayısıyla toplumun çoğalmasını sağlayan; elleri, küçük ayakları, güzel yüzleri, kokuları, lezzetli bedenleri ile varlıkları safi fayda olan bu canlıyı eleştirmek ve kötülemek her zaman prim yapan bir davranış olmuştu. Papa'ya gönderilen gizli bir mektup; Isodora Abollene'nin Tanrı'nın işlerine karışan bir cadı olduğunu, taşralıların o kavram ve kelimeleri birbirine karıştırdıkları ağdalı, biraz da komik dilleri ile anlatılıyordu.

Bu türden ihbarları dinleyen Papa Hazretleri, şeytan meytan işlerini herkesten iyi bilen en yüksek otorite olarak, genelde süzme işkenceci olan bir soruşturmacı gönderirdi. Kullandıkları çeşitli aletler ve kanlı yöntemlerle bir insana hele de bir kadına, değil şeytana çıraklık yaptıklarını itiraf ettirmek, dünya üstündeki tüm kötülüklerin kendi başının altından çıktığı bile söyletilebilirdi. Soruşturmacı adaya gelmeden Isodora Abollene tutuklanmış ve manastırın insafsız zindanlarından birine atılmıştı bile. Yüzyıllardır ataları olan büyük kadınların dağıttığı şifanın son halkası olanbu güçlü kadın, hayatının bu şekilde biteceğini hiç düşünmemişti. Tek incindiği konu, bu kalın kafalı ve cahil kalabalığın, böyle bir acımasızlığı Tanrı'yı kullanarak yapıyor olmalarıydı. Tanrı'yı bulmaya çalışan insanların yaptığı gibi, gelmesini ya da en azından kutsal metinlerde anlatılan ateşi ile önce adayı, sonra tüm Akdeniz'i ve dünyanın geri kalanını yakmasını istedi ama aklına kızı gelince annelik duygusu ile fikrini değiştirdi. Karanlık zindanda, soğuk taş zeminde uzanırken yorgunluktan sızdı. Rüyasında kendisine bakıp ağlayan İsa Hazretlerini ve işkenceciler tarafından parçalanan Azize Agatha'yı gördü. Isodora'nın ellerini tutan Azize; tüm zindanı, manastırı, adayı ve neredeyse tüm Akdeniz'i ısıtan ve aydınlatan bir sesle, "İçimdeki dağı yitirdim, Bağışla ve kanıma gir" diye dua ediyordu.

Engizisyon adına çalışan soruşturmacı, doğuştan sadist bir adamdı. Üç beş koyunu otlatıp kaybetmeden geri getirebilme becerisi bile olmayan bu insan müsveddesi, şeytanın yancısı olarak tanımladığı cadılara işkence ederken bir cerrah edası ile çalışıyordu. Getirdiği İşkence aletlerini, sorgulama mekânında görenler kendilerini bir sanat galerisi ya da bir müzede sanabilirlerdi. Bir sanatın söz konusu olup olmadığı tartışma konusu olabilirdi ama sonuç asla tartışma götürmüyordu. Isodora'ya yapılanlar insanlık onurunu yerle yeksan ettiği için burada anlatabilmeye yürek elvermemiştir. Üstüne atılan suçu kabul etmekten başka çare bırakılmayan zavallı kadın, manastır meydanında yakılarak idam edildi. Şeytanın yancısı ve bir cadı olduğuna inananlar ve inandırılanlar, onları buna inandıran Papalık görevlisinin huzurunda idamı saniye kaçırmadan ulvi bir coşkuyla izlediler. İşkenceci, kendisine verilen başka bir emri gerçekleştirmek için adadan ayrıldığında, coşku yerini, büyük bir suçluluk duygusuna bırakmıştı. Bir tür aydınlanma ve kurtuluşa ulaşmayı beklerlerken, ellerine geçen şey, tüm adayı kaplayan yanık et kokusu ve büyük bir suçluluk duygusuydu. Erkeklerin tümüyle birlikte, içten içe becerilerini kıskanan kadınlar ilk anda büyük bir huzurla evlerine dönerken aralarından biri, gördüğü vahşetten ağır bir şekilde etkilenmişti. Kendisine uzun süre gelemeyecek olan bu kişi, Papa Hazretlerine ihbar mektubunu yazan Baş Rahipten başkası değildi ve avucunun içinde tuttuğu altın haç, bu sefer hiç yardımcı olmuyordu.


34-ANTİ BASİL    26.09.2024

 

Papa Hazretlerine mektubu yazarken kendisini kahraman gibi hissetmişti. Nihayet İsa Hazretleri adına gerçekten büyük bir iş başarıyor olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Mektubu yazıp göndermesinin üstünden neredeyse bir ay geçmişti ki yanıt geldi. Engizisyon görevlisi gelene kadar cadının zindana atılması emrediliyordu. Mektubu yazmak, Isodora Abollene'yi tutuklamak derken, konunun gelişerek devam etmesi çok hoşuna gidiyordu. Nihayet Maltalı din adamları olarak, büyük bir lokmayı ele geçirmişlerdi. Bunun sonunda bir Piskoposluk ya da Kardinallik çantada keklik gibiydi. Gerçekte olmasa bile rüyalarında papa bile oluyordu. Her rüyasını manastırdaki rahiplerden birine yorumlatmasına rağmen bu rüyasından bahsetmemeyi tercih etmişti. Durduk yere talihi tersine çevirmeye gerek yoktu. Büyük hayaller, büyük hırslarla sarmalandığında kişi tarafından atılan adımlar, kendisi için olmasa bile çevresindekiler için hayatın zehir olması anlamını taşıyabiliyordu. Mektubu yazarken nasıl da mutluydu. Kırk yılda bir av tutabildiği söylenen o it kadar da şendi. Eğer birinin ihanet içinde olduğuna inanırsanız, içinizdeki o ucuz insanın kaleminin yapabileceklerinin sınırı yoktu. Okuma yazma bildiği şüpheli o sırtlan tarihçilere dönmüştü. Yok Tanrı'mız, yok İsa Babamız, yok Meryem Anamızın iffeti, yok onca Aziz ve Azize'nin ulvi hatıraları, yok ıvır, yok zıvır. Dem vurmadığı hiçbir şey kalmadığından emin olduğunda, mum eritip mührünü güzelce basmıştı: Anti Basil, Malta St. Paul Manastırı Başrahibi. Altta, NE MUTLU TANRI HEP BİZİMLE.

Şuraya, hatta zavallı kadının belki yanmaktan değil ama boğulmaktan öldüğü o ana kadar, kendisini çok haklı hissediyordu. Hep kahramanlar ilan etmiş adamın, sanki kahraman olmanın nasıl bir şey olduğunu anlayacağı o an gelmiş gibiydi ki uyandı. İnsanın yaptığı hatayı anladığı o üzücü ve yakıcı vakit artık gelmişti. Ne Papa Hazretlerinden ne de etrafındakilerden övgü alamadığı gibi ruhuna yapışan bu yeni yükle yaşamayı öğrenmeye çalışması gerekiyordu. Onun için yeni ama yaratılış için çok eski olan bu yükün adı da vicdandı. 

Zavallı kadının cadı iftirası ile yakılması sonrası, adanın rengi gitmiş, dengesi bozulmuş gibiydi. Bir zamanların o şen şakrak, varlıklarıyla dünyayı güzelleştiren kadınların yerini, pencerelerinin arkasına geçen baştan aşağıya karalar giymiş hayretle dünyayı izleyen bir varlık almıştı. Bunlardan birisi de annesinin yakılarak idam edilmesi sonrasında yaşadıklarını tasvir edebilmek sadece boş çaba olarak kalacak olan Isabela'ydı.

Her günahın çıkarılabileceğine her hatanın birkaç dua ile düzeltilebileceğine inanılan bir sistemin bile halledemeyeceği sorunlar vardı. Anti Basil, Malta'nın o herkesi eski limana götüren taş döşeli caddesinden bir daha başı dik olarak geçemedi. Başı dik olarak yürüyemeyen insanlarda akla gelen ilk özellik, duruş hatalarından kaynaklı bedensel bozukluklar olsa da bu durum için en kötüsü ruhsal ağırlıklardı. Anti Basil bir daha iflah olmayacak şekilde içine çekildi. 

Dünyada insanı en aşağılayan şeyler neler diye bir soru sorulsa, kuşkusuz çok uzun bir liste oluşturulabilirdi ama burada dönen olaylarla ilgili olarak en korkuncu, düşmanına ihtiyacının olmasıydı. İdamın üzerinden bir ay geçmişti ki Anti Basil'in başına bir illet geldi ve anasından doğduğuna pişman etti: Basur hatta Los Basurus…

Manastır hekimleri müdahale ettiler, diyeti düzenlendi. Biraz huzur bulmuş gibi olduğunda tekrar ve daha kötü şekilde nüksetti. Mısır'dan, Sicilya'dan, Girit'ten, Smirna'dan, Roma'dan, Verona'dan hekimler, büyücüler, üfürükçüler, şarlatanlar geldi gitti, şifa şöyle dursun nefes bile alamaz olmuştu ki ilacın yeri söylendi: Isabela.

Isabela itiraz etmedi, en ufak bir karşı koyma emaresi bile göstermedi. Şart olarak, eskiden annesinin ama şimdilerde kendisinin olan laboratuvara getirilmesini ve işlem sırasında da yanlarında kimsenin olmamasını söyledi. Bu isteğin nedeni kendisine sorulduğunda da uygulayacağı yöntemin bir meslek sırrı olduğunu ve kimsenin görmemesi gerektiğini söyledi. Her saniye öldüğünü hisseden Anti Basil için bu istekler hiç korkutucu olmamıştı. Kendisini öldürmesi halinde en azından hem vicdan azabından hem de bu lânetten kurtulmuş olacaktı. Yatırıldığı sedyede taşınırken bir yandan sinir ve acıyla gülüyor bir yandan da bir taşla iki kuş diye bağırıyordu. Kuşlardan birini İsa Hazretleri sananlar diğerini çıkaramadılar.

Laboratuvar ana cadde üzerinde üst katı ev olan bir binanın giriş katındaydı. Üst kata çıkışı sağlayan merdiven dışında; ateş yakılmış bir taş ocak, üzerinde çeşitli aletler bulunan büyük bir ahşap masa ve her yerde ilaç yapmak için kullanılan bitkiler asılıydı. Bütün bu şifalı otlardan kaynaklanan iyi, kötü kokular birbirine karışmış olsa da biberiyeden gelen keskin ve rahatlatıcı koku, bu fazla ışık almayan alanda kendiliğinden gelip insanı buluyordu.

Hastayı büyük masanın üzerine yatırıp çıktılar. Aralarında hiçbir konuşma geçmedi. Hastanın şikayetini sormamıştı çünkü neredeyse tüm Akdeniz durumu biliyordu. Isabela önce anestezi yapmamaya ve bilinen bir teknikle Baş Rahibi hafif boğarak operasyona hazırlamaya karar verdi. Ellerini boğazının etrafına sarıp hafifçe sıkmaya başladığında, Baş Rahibin yüzünde beliren gülümsemeyi gördüğünde bundan hızla vazgeçti. Büyük bir doğulu hekimden öğrenilmiş bir yöntemle; bir tutam afyonu bir çanak içinde, şarap, sarısabır, adamotuyla güzelce karıştırdı ve hastaya içirdi. Hastanın kendisi de dahil olmak üzere hiç kimse, o laboratuvarda neler olduğunu öğrenemedi. Yarı baygın haldeki Baş Rahibi almaları için dışarıdaki yardımcılarına seslendikten sonra: bağlama, kesme, dikme ve dağlama için kullandığı bütün aletleri çöpe attı. 

İşte bütün bu olanlar nedeniyle ve esasında annesini öldürdüğü kadın marifetini [!] gördü diye, Malta'nın ana caddesinden, ömrünün kalan bölümünde ezik ve gözü kapalı olarak geçebildi. Geçtiği her seferde de baştan aşağıya karalar giymiş Isabela’nın, aşağılayan bakışlarıyla pencereden kendisine baktığından emindi.


35-MAXIMUS IDIOTAS    26.09.2024

Aldıkları tarifle Akdeniz'in ortasında ilerleyen gemiciler, kendi donları delik deşikken ve hatta bazılarında o bile yokken, süslü püslü abartılı giysileri ile gemiye gelen bu garip davranışlı adamı hiç sevmemişlerdi. Limanda kaptana emirler yağdırmış, kaptan köşküne girmiş ve bir daha da dışarı çıkmamıştı. Önünde daima iki askerin durduğu köşkün kapısı, içeri türlü türlü yemek taşımak ya da boş kapları dışarı çıkarmak dışında asla açılmıyordu. İçeride ne yaptığı pek belli olmayan bu adamın anırarak gülmesi; deniz, rüzgâr, yelken, martı seslerinden oluşan karışık bir senfoniyi bile susturabiliyordu. Ömrü billah insan kaçırmış, boğazlamış, yakmış, tecavüz etmiş bu hırpani ve bakımsız caniler bile bu adamın saf kötülük olduğuna yemin ediyorlardı.

Dante'nin, Cehennem'i yazmaya başladığı anlarda, Maximus İdiotas denizde yapacağı sembolik törene hazırlanıyordu. Yarım beyinli ve nobran olabilirdi ancak yaratılıştan protokolün ne olduğunu bilen ezik bir kişilikti. Töreni bir papa edasıyla yapmak istediği için prova üstüne prova yapıyordu. İsa Babamız, Meryem Anamız, Papa Hazretleri, Denizcilerin koruyucu Azizi Erasmus, çaresiz davaların koruyucusu Aziz Elmo ve daha nicelerini andığı her seferinde sıraları değişen, karışan ve azalan isimlere terennümler ediyordu. Başına gelen olayları; yok şöyle oldu anamız, yok böyle oldu babamız, ben ona dedim ki Azizim, o bana dedi ki Azizim diyerek uzun uzun anlatıyor, düşmanını ortadan kaldıran şansı için Aziz Patrick'e övgüler düzüyordu. Tanrı'yla kafayı bozan herkes gibi iyilikleri değil de içinde büyük kıyımların olduğu işine gelen durumları yüceltiyor olması, kendisini şeytana daha çok yaklaştırıyordu. Aslında nerdeyse 13 yıldır bunamanın eşiğinde gidip geliyordu ki sınırı da artık böylece geçmiş oldu.

Gemi kaptanı bu garip yolculuğun üçüncü günü, uğursuz olduğundan hiç şüphe duymadığı yolcusuna tarif edilen yere geldiklerini bildirdi ve kelimenin tam anlamıyla şamata da başladı. Onca yıldır Akdeniz'de orası benim şurası senin diye dolaşan gemiciler, gördüklerini, böyle garip olay yaşamamıştık diye anlatacaklardı. Maximus İdiotas, lüks kaptan köşkünden çıkmadan evvel, dantelli yakalıkları ve uzun beyaz giysileri içerisinde 3 kişi ellerinde buhurdanlarla güverteye çıkmışlardı. Tütsüyü abarttıkları için güverte dumana boğulmuş, tüm mürettebat öksürük krizine tutulmuştu. Neyse ki aniden çıkan bir rüzgâr havayı temizlemişti. Tütsü krizi böylece atlatıldığında, kaptan köşkünden bir şey çıkmıştı. Bir şey diyorlardı çünkü insan mıydı yoksa insan kılığında tavus kuşu muydu ilk şokla karar verememişlerdi. Olayı anasının dinine kadar abartan İdiotas, elinde altın taç, üstünde o ana kadar görülmüş en süslü elbise ile teşrif etmişti. Ağır adımlarla ve elbisesinin pelerinini yerde sürükleyerek küpeşteye yaklaştı. Gemide olduğu süre boyunca çalıştığı o ağdalı şükran sözlerini, uzun listesindeki isimlerle birlikte büyük bir sabırla söylemeye başladı. Yok büyük haksızlıktı, vay pis eşekti, yok papalık onun hakkıydı, iyi ki o gemi batmıştı, derken 3,5 saat süren ve at hırsızı gemicilere işkence gibi gelen söylevi nihayet sona ermişti. Daha önce kaptana emrettiği gibi bir tayfa, küpeştedeki küçük kapıyı açarak hemen ayak altından uzaklaştı. Maximus İdiotas açılan bölüme geldi, elindeki ağır altın haçı havaya kaldırdı tam haçı suya atmaya çalışırken kendisini denizde buldu.

Oturduğu kallavi koltuktan, dışarıdaki Como gölünü izleyen muhterem Papa Hazretleri; onun bunun oğlu, üzüm bağları ve şarap fabrikaları sahibi, kürk tüccarı, esir tüccarı, eski Avusturya, Saksonya ve Leh elçisi, Kardinal Maximus İdiotas'ın haç töreni sırasında saldıran Müslümanlar tarafından öldürüldüğü haberini dinliyordu.

Maximus İdiotas tam altın haçı kaldırmış denize atacakken, etsiz tahta götünde bir tekme hissetmişti. 

Dana derisinden 48 numara bir çift çizme ve 1000 altından oluşan Papalık hediyesinin, özel bir ulak eli ile Gemi Kaptanına hediye edilmek üzere yola çıktığı anlarda, Kardinalin adı geçmiş, bunu duyan Papa Hazretleri, her zamankinin aksine enerjik ve mutlu bir Latince ile "...qodumun salağı..." demişti.


36-P-45213-1    05.10.2024

Le Figaro Gazetesi’nin 1813 yılı, 13 Mayıs günü çıkan sayısında, Alman Kont Gebhard Leberecht von Blücher’in; P-45213 numaralı trenle Berlin yolculuğu sırasında, Viaduct de Lavaur köprüsünden geçerken bir talihsizlik sonucu Agout Nehrine düştüğü haberi yer alıyordu.

Paris [Gar de l’Est]-Berlin [Gesundbrunnen] hattı üzerinde çalışan P-45213 numaralı tren, her zaman olduğu gibi 06:13'te kalkmıştı. Makinistinden de hayli genç olan lokomotif, duyan herkesi mutlu eden o sesi ve ağır cüssesi ile izleyenler ha durdu ha duracak diye beklerken, ağır ama kendinden emin bir şekilde ray üzerinde kuzeydoğuya doğru kayıyordu. "İşte gemide bu yok" diye düşündü Tergnier köyünün ikinci muhtar azası, yaşlı ve puslu zihninde, çok gerilerde kalmış bir deniz yolculuğunu hatırlamaya çalışırken.

İkinci azanın ki kendisi hep böyle seslenilmesinden hoşlanıyordu bu yok dediği; yaklaşık 20m uzunluğunda, 90 ton ağırlığında, 2500 beygir gücünde olan lokomotifin çıkardığı o seslerdi. Buharlı trenin icadından çok çok sonra, önce büyük fabrikalar ve otellerde kullanılmaya başlanan çamaşır makinelerin de böylesi bir çekiciliği olacaktı. Özellikle lokomotif dışında, 13 vagondan oluşan tüm trenin çıkardığı ses, tanımlayamasalar da tüm canlılara yakın gelirdi. Buharın yaratığı ses, aktarma ve hareket etmeyi sağlayan mekanik kollar, yuvarlak çelik tekerleklerden gelen sürtünme sesleri, bilinçaltında, anne karnındaki çocuğun duyduğu dış seslere benzerdi. Gürültüden nefret eden insanların bile tren gözden kaybolana kadar izlemelerinin nedeni, aslında bu tanıdıklıktan kaynaklanıyordu.

P-45213 numaralı lokomotif, biraz da çayırda dişi arayan manda gibi böğürerek ilerlerken, 13 numaralı özel kompartımanda seyahat eden Alman Kont Gebhard Leberecht von Blücher istekleriyle kondüktörlere ecel teri döktürüyordu. Önce buzlu su istemiş, su kendisine getirilene kadar buzlar eridiği için suyu getiren kondüktörün yüzüne serpmiş, ikinci teslimatta buz sayısını az bulmuş, üçüncüde çok bulmuş, bardak büyüktü, yok küçüktü, vay bu Evian les Bains suyu değil diye sızlanması bir türlü bitmemişti. Bir soylu olmasının yanı sıra diplomatik misafir oluşu nedeniyle isteklerine hep boyun eğilmişti. Tabii bu gönüllü kölelik sadece o kompartımanda bulunanlar için geçerliydi. Zorunlu nedenlerle bir güce boyun eğenler, perde arkasında başkaları için birer canavara dönüşebiliyorlardı. Yani özetle kapı kapandığında, koridor tam bir kurtlar sofrasıydı. Kont'un her mızmızlanmasında yeni isteği; baş kondüktör tarafından ağza alınmayacak küfürler ve 45 numaralık bir tekmeyle yardımcı kondüktöre, oradan yedi ceddine yaptığı çeşitli övgüler ve 43 numaralık bir tekmeyle kondüktör yamağına, oradan da revüde çalışan ablasının samimi şekilde hatırı sorularak 42 numaralık bir tekme eşliğinde yamak çırağına aktarılıyordu. 

Ne isteklerin ne Fransız küfür külliyatının ne de atılan tekmelerin sonu gelecek gibi görünmüyordu ki Kont, vagonun girişinde yer alan tuvalete gitmek istedi. Yolculuğa yarı sarhoş başlayan Kont hazretleri, yarım beyninden de aldığı cesaretle, tuvalet yerine vagon kapısını açarak Fransız çayırlarına işemeye karar vermiş, sağa sola tutunmaya çalışarak ipek pantolonunun ipiyle uğraşırken, mesane yükünün yarısını zaten üstüne boşaltmıştı. Cehennem kaçkını şahmerdanını tam çıkarmış, mesanesinde kalanları da Fransa çayırlarına gönderirken, elinde tepsi vagon kapısından giren yamak çırağını fark etmiş, elindekini üstüne başına sıçratırken başını çevirip, uçları kıvrık bıyık ve kıvır kıvır olmuş çene sakalları arasına gömülü yün ağzıyla Eiswasser! Eiswasser! Diye böğürmeye başlamıştı. Yediği sayısız tekmenin acısı, ablasıyla başlayıp ölmüş annesi, halası, teyzesi ve onların sıralı çocukları ile devam eden küfürler nedeniyle bunalan yamak çırağı, kapıda durmuş işeyen bu garip hayvanın ne dediğini anlamasa da lanetli olduğuna yemin edebileceği kompartımanın içinden gelen o kelimeyi tanımış ama Kont’u tanıyamamıştı. Taşıdığı acı ve saatlerdir kıçına yüklenen tekmelerin tanıklığında; "bi bitmediniz aq" diyerek, donu pantolonu bileklerine kadar inik adamın sırtının tam ortasına, 48 numaralık meşhur bir Montmartre tekmesi bindirmişti.


37-P-45213-2    05.10.2024

Le Figaro Gazetesi’nin 1813 yılı, 13 Mayıs günü çıkan sayısında, P-45213 numaralı trenin, Aire de L'héry kasabası yakınlarında raydan çıkarak devrildiğini anlatan bir haber yayımlanmıştı.

Paris [Gar de l’Est]-Berlin [Gesundbrunnen] hattı üzerinde çalışan P-45213 numaralı tren, her zaman olduğu gibi 06:13'te kalkmıştı. Trende, rengi kömür ya da isten kararmamış tek kişi olan Zenci Ateşçi Jerome, P-13 olarak seslenmeyi sevdikleri lokomotifin doymak bilmeyen ateşli ağzını ve ağzına bağlı kocaman midesini, Lorraine yakınlarındaki La Houve madeninden gelen kömür ile dolduruyordu. Kazanın küçük kapısını açtığı her seferde, ateşten büyük bir dil dışarıya çıkıp dar alanda ne var ne yoksa yalayarak çıktığı cehennem çukuruna hızla geri dönüyordu. Kalın dudaklı ve üstelik dişlek Jerom, damacana büyüklüğünde bir şişe ekşi şarabı devirdikten sonra, bu obur midenin kalp atışlarını duyduğunu yemin ederek anlatıyordu.  Jerome ve lokomotif kazanı arasındaki bu ateşli ilişki neredeyse 13 yıldır devam ediyordu. Hatta konuşmuşlukları, kavgaları ve bir sinir halinde pantolonunu indirip koca götünü dönmesi üzerinde 1. Derece yanık sahibi olmuşluğu da vardı.

Lokomotifle olan iletişimi ve ilişkisi en garip olan çalışan Dişlek Jerom gibi görünüyor olsa da liste aslında sanılandan daha uzundu ve en üstte de trenin yöneticisi, Baş Kondüktör Jean-Luke Poltier vardı.  Bu adamın garipliğini ifade edebilmek için kullanılacak yollar, gerçek hâli ortaya koymaktan çok uzaktı. Son derece dakik ve disiplinli biri olarak, tren personelinin illallah dediği bir patrondu. Asla hata kabul etmeyen Jean-Luke'un bir zaafı vardı: Güce tapmak.  13 vagondan oluşan trenin 7nci vagonunda büro olarak kullandığı, diğerlerinden daha büyük bir kompartımanı vardı. Güce tapan ve bu konuda hastalıklı bir hayranlığa sahip olan kondüktör, yan kompartımanlarla ortak olan duvarlara delikler açmış, 6ncı ve 8nci kompartımanlarda olan biteni gözleyip, dinlemeden duramıyordu.  Buralarda kalanlar eğer zengin ve soylu ise seyahat süresince yaptıkları her şeyi izleyen ve dinleyen Jean-Luke aynı zamanda azılı bir dedikoducuydu. Mesela Prusya Kralı bilmem kaçıncı Boris geceleri altına kaçırdığını; Baron Zimmerman silah ve kadın tüccarı olduğunu; Paris Belediye başkanı kumar sorunu ve borçları olduğunu; Loutrec Düşesi Zorana uykusunda konuştuğunu, Sör Baumgarten osurdu mu hayatın durduğunu kim tarafından ve nasıl duyurulduğunu asla öğrenememişlerdi. Farkında olmasalar da bu ayaklı gazete yüzünden P-13'te mahrem diye bir şey yoktu.

Yolculuklardan biri sırasında 7nci karısından da boşanan bir asker eskisinin anlattıkları, Jean-Luke'un hayatını değiştirmişti. Hepsi de hırslı ve acımasız olan eski eşlerine ödediği nafaka ve tazminatlar yüzünden çulsuza dönen Albay Grafr von Ahfarth; şarap alacak parası olmadığı için kurduğu imbik sistemi ile alkolünü evinde kendisinin ürettiğini, "ilaç bu müdür, ilaaççç" burada konuşmasına bir parça gizem katıp ortalama bir parmağını havaya dikerken, ağzından yayılan salyaları hüüğüüp diye geri çekip “hem öyle ki anam avradım olsun erkekliği de güçlendiriyor" diyordu. Zamparalar ve avcıların olay ve durumları abarttıkları herkes tarafından bilinmesine ve konuştukları şeylerdeki tek gerçekliğin, aslında kendilerinde olmayan şeylere duydukları özlem olmasına rağmen anlatış şekilleri ve gerekli yerlerde yaptıkları vurgulamalar insanların etkilenmesine neden oluyordu. Artık oturduğu yerde bile titreme nöbetleri geçiren Emekli Albay Grafr von Ahfarth gülmeyle anırma arasında çıkardığı seslere kısa bir ara vererek asıl vurucu cümleyi de sçmıştı: "çıkarmadan 5 hacım."

Sigmund Freud'un eski öğrencisi ve mektup arkadaşı Karl Jung'a "...aşk dediğin; insanda anneden ayrışmanın yarattığı boşluktan önceki 'bir olma' evresinin yeniden inşasıdır. Sen bırak bu ağır mevzuları, hadi öptüm gıdından" yazmasından tam 87 yıl önce, Baş Kondüktör Jean-luke Poltier, bir arkadaşının sorununu çözmek için öğrendiği yöntemle 79 derece alkol üretmeye karar verdi. Erkekler arkadaşlarının sorununu çözme konusunda ki asla kendileri yaşamazdı bunları, birden çok ulvi bir yaratığa dönüşürlerdi. Dinleme ve izleme alışkanlığı birden kesilen Jean-Luke, antik bir şiirden kalma birkaç dizeyi tekrar eder gibiydi: "ilaççç, ilaaççç. Beş hacım beeeşşş" yani 3 ya da 2de fena değildi aslında ama şöyle ah 1 bile mümkün olabilse, hani tadından da yenmezdi. Yani arkadaşı baya memnun olurdu.

Sistemi en ince ayrıntısına kadar not eden Jean-Luke neredeyse 7/24 trende yaşadığı için; hidrometre, termometre, dereceli silindir, büyük-küçük damlalık, hava kilidi, aktarma çubuğu, çeşitli boylarda bakır borular, kaynatma kazanı, ateş kaynağı, çeşitli boylarda leğenler, yeterli miktarda su, ısı kaynağı olarak kömür'den oluşan uzun bir listeyi durdukları her istasyonda toplatmış ve laboratuvarını inşa etmişti.  Abbasi Halifesi Harun Reşid'in saray alimi olup, tüm hayatı boyunca 400den fazla eser yazmış olan Kimyâ âlimi Ebu Musa Câbir bin Hayyân, eğer yaptıklarını görseydi, bu cahillikle ulaştığı teknik bilgi ve odanın her yerine dağılmış borular, leğenler, cam tüpler, kazanlar, kömür sepetleri, ateşleme için bir kenara yığılan odun ve çıralar nedeniyle Jean-Luke'un alnından öperdi.

Çayırdaki bir manda zarafetiyle Kuzeydoğuya doğru ilerleyen P-13'ün, normal kompartımanlardan daha büyük olan 7 numaralı kompartımanı bir kimya üssüne dönmüş durumdaydı. Büyük bir mangal üstüne yerleştirilen 100 litrelik kazanın içerisine, 50 kilo şeker ve ağzına kadar da su dolduruldu. Kazanın altındaki sobaya yerleştirdiği kuru odunları çıra ile tutuşturarak, ateş iyice canlandığında kömür eklemeye başladı. Sistem görünüşte oldukça basitti: Kazandaki karışım kaynamaya başladığında buharın bakır borularda ilerlemesi için hava kilidini açacak, buhar örümcek ağına dönmüş bakır borular boyunca ilerleyecek, boruların pencere dışındaki bölümlerinde soğuyup sıvı hale gelecek ve sonra da ucuna bağlı şişede toplanacaktı. Jean-Luke bilmediği konularda Tanrısal bir aydınlanma yaşayan her boş kafa gibi Albay'dan dinlediği sisteme çeşitli müdahalelerde bulunmuş, kaynama süresini kısaltmak için kömürü bastıkça basmış ve bakır boruların olabildiğince uzun olmasının yoğuşmayı artıracağına karar vermişti. Böyle karmaşık ve zamanının çok ilerisindeki bir mühendislik projesinde küçük bir detayın atlanması sonucu, 7 numaralı kompartımanda ilginç anlar yaşandı. Yılların demirbaşı soba, Allah ne verdiyse diyerek ağzına kadar doldurulan kömür yüzünden korlaşmış, kompartımanın içini hatta dışını kızıl renk bürümüştü. Saone Nehri civarına gelindiğinde soba da üzerindeki kazan da artık basınçtan Paris Kabaresi dansçıları gibi zıp zıp gezinmeye başlamışlardı. Olanları önce sürecin parçası sanan Jean-Luke soba, kazan, bakır borular ve kompartımana dolan sıcak buhar arttıkça telaşlanmaya başlamıştı. Önce aklına sobada yanan kömürü boşaltmak geldi, demir ateş küreği ile sobadan aldığı korlaşmış kömürleri pencereden dışarı atmak isterken elindekini yere dökmesi üzerine, küçük çaplı bir yangın başlamıştı. Yangını önce ayağıyla söndürmeye çalışması, ayakkabısının ve pantolonunun ateş almasına neden olunca panikten gerçekle bağını yitirmişti. Eline geçen ilk şişedekini üstüne boca etmeye kalkınca bütün vücudunu alev sarmış, can havliyle kendisini pencereden, Saone Nehrinin soğuk suyuna atmıştı. Hava kiliti kapalı olan imbik, altında yanan ateşin baskısına daha fazla dayanamayıp büyük bir gümbürtüyle patladığında, 7nci ve etrafındaki kompartımanları,  tavanları da dahil olmak üzere paramparça etmişti. Patlama sesini duyan tecrübeli makinist Pierre Ferrore fren kollarına asılmış, tonlarca ağırlıktaki lokomotif fren nedeniyle sarsılmış, Dişlek Jerom tam elindeki dolu küreği lokomotifin ateş dolu ağzına doğru sallarken kendisi de hızla  kazana yapışmıştı.

Bir süredir Fransa'nın gündemindeki en önemli konu; patlama, trenin bir bölümünün raydan çıkması, koca bir vagonun hurdaya dönmesi, binlerce frank değerinde zarar ya da 3 gün sonra Saone ile birleşen Rhône Nehri kıyısında  üstü başı yanık içinde  bulunmuş bir adamdan daha çok  lokomotif kazanına saplanmış bir çift dişti.