Kara Dayı

Eskiden marketler yokken, sinekli bakkallar zamanında mahalleleri at arabası ile dolaşarak sebze satanlar vardı. Başlarında kasketleri, önlerine bağladıkları  mavi önlükleri ile mahalle mahalle dolaşır, kimi zaman atlarının dizgininden çekiştirir kimi zaman da durup bir müşteri ile ilgilenirlerdi. Çoğunluk güneşten bunalmış olduklarında, kasketi ucundan tutarak başlarından alır ve kolları ile alınlarında biriken teri silerlerdi. Kim bilirdi ki, hasta bir eşe ya da kendisinden utanan evlatlara para yetiştirmenin ne demek olduğunu, yaz-kış yaşlı bir atla ahbaplık etmedeki derviş keyfini... Kara Dayı idi bizimkinin adı. Mutlaka bir adı olmalıydı ama o yine de, güneşin de kavurduğu gibi ve atı ile aynı renk olduğu gibi,  Kara Dayı idi. İkisi arasındaki bağ, sahibi ile köpeği arasındakinin aynısıydı. Renkleri de, insana huzur veren kişilikleri de benzerdi. Belki şimdi hatıralarıma gizli bir bahçevan daha vardı ama onun bırakabildiği iz de, kendisi kadar soluk ve yoklar arasındaydı. Halden aldığı meyve ve sebzeyi mahalleye getirir, soğaaaaaann, badadeeezzzzz, doomatezzzz diye bağırarak satardı. Ne çok veresiye almıştık ondan ve ne çok kaynaşmıştı mahalleli ile.. Alın, alınnn çekinmeyin bir dahaki gelişte verirsiniz... Sebze değil de umut, meyve değil de duygu satardı Kara Dayı. En güzeli de Cuma vakti geldiğinde emir üzre namaza giderken, arabayı bizim evin önünde bırakır, atı yandaki bahçeye bağlardı. Çocuk zamanların merakı ya da sınır tanımazlığı işlemez, arabanın üzerine örtülen örtü kimse tarafından kaldırılmazdı.. Bu güven duygusudur işte şimdi Kara Dayıyı hatırlamış olmaya neden olan da...

      Marketler yokken ve sinekli bakkallar zamanında

mahalle aralarında sebze satar görüntüsünde

umut ve duygu dağıtanlar vardı...